ÇOCUKLAR SİZİN
İÇİN 1
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
YAZAR VE ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve
lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde
öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda
pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri
yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu
külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi,
inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten,
isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar
tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış
olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür,
Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de
hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini kendine rehber
edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek
tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak
"son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal
sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası
olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın
eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan
Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir
yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine,
pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan,
inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi
üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki
etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri
taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların,
artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin
hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra
savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler,
Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi
bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri
tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana
getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir
etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve
zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi
gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu
konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının
dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki,
başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden
anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki
zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi
dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin
fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının,
insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden
güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü
rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
• Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim
teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din
aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla
Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın imanını
kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin
bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu
önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız
belki tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu
konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
• Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu
kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran
ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve
yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular,
okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde
açıklanmaktadır.
• Bu anlatım sırasında kullanılan samimi,
sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar
"bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini
reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda
anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar
edememektedirler.
• Bu kitap ve yazarın diğer eserleri,
okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı
şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup
okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
• Bunun yanında, sadece Allah'ın rızası için
yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük
bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön
son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem,
bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
• Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser
olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir
kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
• Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen,
yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata
karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen üsluplara, burkuntu veren
ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
Bu
kitapta kullanılan ayetler Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
1.
Baskı:Haziran 2003 / 2. Baskı: Ocak 2006 /3. Baskı:Şubat 2010 / 4. Baskı: Kasım
2014
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı
Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir
- İstanbul Tel: (0216) 660 00 59
Baskı:
Doğa Basım İleri Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
İkitelli
Org. Sanayi Bölgesi, Turgut Özal Cad.
Çelik
Yenal Endüstri Merkezi No 117/ 2A-2B
İkitelli
- İstanbul / Tel: (0212) 407-09-00
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
www.hayunyahya.tv
- www.a9.com.tr
İÇİNDEKİLER
Tufan ve Kaplumbağa ...................................................................................... 10
Sedat İle Fil ..................................................................................................... 14
Abisinin Tolga’ya Öğrettikleri ......................................................................... 16
Ömer ve Penguen ............................................................................................ 20
Ersin ile Papağan ............................................................................................. 22
Herşeyde Bir Hayır Vardır ............................................................................... 24
Ahmet ve Neşeli Ördek .................................................................................... 28
Uzun Kuyruklu Sevimli Sincaplar .................................................................... 34
Güzel Söze Uymanın Önemi ............................................................................ 40
Müminlerin Temizliği ...................................................................................... 44
Çetin ile Süslü Tavuş Kuşu .............................................................................. 48
Can ile Minik Kuş ........................................................................................... 50
Ali’nin Küçük Dostu ....................................................................................... 56
Murat ile Kedi ................................................................................................. 62
Cüneyt İle Mürekkep Balığı ............................................................................. 66
Kerem İle Denizatı .......................................................................................... 70
Orhan İle Hasan Dede ...................................................................................... 72
Osman Dede İle Torunu ................................................................................... 86
Bizim Sınıf ...................................................................................................... 88
Ek Bölüm:
Evrim Yalanı ................................................................................. 94
TUFAN VE KAPLUMBAĞA
Tufan en sevdiği
hikayelerden biri olan “Tavşan ile Kaplumbağa”yı okuyordu.Tavşanın durumuna çok
gülmüş ve kaplumbağadan “akıllı olmanın” ne kadar önemli olduğunu, akılla bütün
fiziksel üstünlüklerin alt edilebileceğini öğrenmişti. Derken, birdenbire
kitaptaki kaplumbağa Tufan’a seslendi:
Kaplumbağa:
Merhaba Tufan! Bu küçük yaşında
bu kadar akıllı olup tavşanla hikayemden ders alman çok güzel.
Tufan: Sen kaç yaşındasın?
Kaplumbağa: Böyle küçük göründüğüme bakma, ben 45 yaşındayım.
Kaplumbağalar ortalama 60 yıl yaşarlar. Hatta Testusda isimli bir cins
kaplumbağa 189 yaşına kadar yaşayabiliyor.
Tufan: En çok hangi mevsimi seversin?
Kaplumbağa: Hava ısısının hayatımızdaki önemi büyüktür. Çünkü
vücut ısımız çevre ısısına göre değişir ve genelde çevre ısısının 0,1-0,2
derece altındadır. Sindirim işlemimiz de ısı arttıkça hızlanır. Herşeyi yaratan
Yüce Allah küçük bedenimizi düşünerek bize sıcaklarda kolaylık sağlamak için
böyle bir özellik vermiştir. Biz Allah'tan gelecek her nimete muhtacız, O ise
hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır.
Tufan: En sevdiğiniz yiyecek nedir?
Kaplumbağa: Sarı renkli "kaplan dişi çiçeğine"
bayılırız. Biliyor musun gözlerimizin çok keskin olmasının yanısıra biz özellikle
sarı rengi çok iyi algılarız. En sevdiğimiz yiyeceği kolayca bulabiliriz.
Tufan: Kış uykusuna yatar mısınız peki?
Kaplumbağa: Evet, Ekim ayından itibaren havalar soğudukça ve
yiyecekler azaldıkça bizim de bedensel aktivitelerimiz azalır, kendimizi
korumak için uyku haline geçeriz. Kalp atışlarımız ve solunumumuz da yavaşlar.
Ekim’le Mart arası kış uykusuyla geçer. Allah bizi bu şekilde yarattığı için
kışın uyanık kalarak yemek yiyemeyip, ölmekten kurtuluyoruz. Oysa Allah en
uygun zamanda bizi uyutarak neslimizi
korumuştur.
Tufan: Sen karada yaşıyorsun, bir de suda yaşayanlarınız
var galiba. Bana onlar hakkında da bilgi verir misin?
Kaplumbağa: Haklısın Tufan’cığım. Kara, tatlı su ve deniz
kaplumbağası olmak üzere farklı çeşitlerimiz var. Ben karada yaşarım, daha çok
tarlaları, yumuşak toprakları, üzüm bağlarını severim. Tatlı su kaplumbağaları
yani akvaryumda besledikleriniz, onlar gölleri, dere kıyılarını severler. Deniz
kaplumbağaları ise sıcak denizlerde yaşar ve yumurtlama zamanı yer değiştirirler.
Sana Caretta isimli deniz kaplumbağalarıyla ilgili ilginç bir bilgi vereyim:
Carettalar yumurtalarını
bırakmak için sıcak deniz sahillerine giderler. Yumurtadan çıkan yavrular
Allah’ın ilham etmesiyle denizden yansıyan ışığa doğru hareket ederek, yaşayacakları
ortama yani denize yönelirler. Bu küçük yavrular daha doğar doğmaz
yaşayacakları en uygun ortamın deniz olduğunu nasıl bilsinler ki? İşte bu
şüphesiz Yüce Rabbimiz’in ilham etmesiyledir.
Tufan: Haklısın, düşünerek yaşayan her insan için
yeryüzü Allah’ın ayetleriyle dolu. Senin, diğer tüm hayvanların, benim,
ağaçların... Herşeyin O’nun tecellisi olduğunu hiç unutmadan yaşamalıyız. Bu
güzel sohbet için teşekkür ederim. Hoşçakal.
Kaplumbağa: Hoşçakal akıllı çocuk!
SEDAT İLE FİL
Hafta sonu annesi
Sedat’ı hayvanat bahçesine götürmüştü. İlk kez bu kadar farklı hayvanı birarada
görüyordu. Sedat, fillerin bulunduğu bölüme doğru ilerledi. Yavru fil hortumuna
dolanıp düşüyor ve her seferinde annesi yardımına koşuyordu.
Anne
fil: Gördüğün gibi yavrum henüz
çok küçük olduğundan hortumunu nasıl kullanacağını bilmiyor. Onu tam 12 yıl hiç
yanımdan ayırmayacağım ve ilk 6 ay boyunca
hortumunu nasıl kullanacağını öğreteceğim.
Sedat: Hep merak etmişimdir, siz hortumlarınızı hangi
işlerde kullanırsınız, buradan mı nefes alıyorsunuz?
Anne
fil: Hortumlarımız bizi diğer
hayvanlardan ayıran en büyük
özelliğimizdir. Burun deliklerimiz bu hortumların ucundadır. Hortumumuzu
yiyecekleri ve suyu ağzımıza götürmek, eşyaları kaldırmak, koku almak için
kullanırız, içinde tam 4 litre suyu
tutabiliyoruz. Hem biliyor musun, minicik bir bezelye tanesini bile
hortumumuzla koparabiliriz. Tabii ki bu hortuma tesadüfler sonucu sahip
olmadık. Bu herşeyi yaratan yüce Allah’ın bize bir lütfudur.
Sedat: Karnınızı nasıl doyuruyorsunuz?
Anne
fil: Biz karada yaşayan hayvanların en büyükleriyiz.
Bir fil günde yaklaşık 330 kilo bitki yer. Bir günün 16 saatini yemek yemeye
harcamak zorundayız.
Sedat:
Peki ya dişleriniz?
Anne
fil: Ağzımın kenarında da
gördüğün gibi iki sivri uzun dişimiz var. Bu dişlerle hem kendimizi savunur hem
de su bulmak için yerde delik açarız. Tabii dişlerimiz tüm bu işlerde çok fazla
aşınır. İşte yüce Rabbimiz bu yüzden bize çok önemli bir özellik vermiştir.
Aşınan her dişimizin yerine arka sıradaki dişlerden bir yenisi gelir. Allah
bizi böyle yarattığı için yeni diş çıkarmaya ve bunu gereği gibi kullanmaya güç
yetirebiliriz.
Sedat: Acıktın herhalde karnından sesler geliyor?
Anne
fil: Bu sesleri kendi aramızda
haberleşmek için biz çıkarırız. Böylece 4 km uzaklıktan bile haberleşebiliriz.
Sedat: Peki kendi aranızda nasıl konuşuyorsunuz?
Anne
fil: Allah alnımızda, insanların
duyamayacağı bir ses çıkaran özel bir organ yaratmıştır. Bu sayede diğer
canlıların anlayamayacağı şifreli bir dille konuşur, çok uzak mesafelerden dahi
birbirimizi duyabiliriz. Gördüğün gibi Allah’ın üstün yaratması biz fillerde de
en güzel şekliyle tecelli ediyor. Bunları düşünüp Allah'a her an şükretmemiz
gerektiğini hiç unutma.
Sedat: Anlattıkların için teşekkür ederim. Şimdi annemin
yanına dönmeliyim.
Anne
fil: Hoşçakal Sedat!
Sedat annesinin yanına
giderken, “kim bilir diğer hayvanlarda da Allah’ın ne büyük mucizeleri var”
diye düşündü...
ABİSİNİN TOLGA’YA
ÖĞRETTİKLERİ
Tolga, okuldan çıkınca
eve gitmek için otobüs durağına yürüdü. Durakta otobüsünü beklerken birkaç
çocuğun konuşmasını işitti. İçlerinden biri sürekli yüksek sesle konuşuyor, bir
yandan da elbiselerini ve elindeki elektronik arabasını işaret ediyordu. Biraz
dikkatli dinleyince, Tolga konuşulanları daha iyi anladı.
Yüksek sesle konuşan
çocuğun adı Can’dı. Can arkadaşlarına pahalı kıyafetlerinden, son model
oyuncaklarının güzelliğinden bahsediyordu. Tolga eve gittiğinde de o çocuğun
konuşmalarını aklından çıkaramadı. Abisi Salih, Tolga’yı düşünceli görünce
yanına oturdu.
Salih: Ne oldu Tolga, neyi düşünüyorsun böyle?
Tolga:
Yolda gelirken bir çocuk gördüm.
Arkadaşlarının yanında giysilerinin, oyuncaklarının güzelliğinden söz ediyordu.
Arkadaşlarının arasında bunlara sahip olamayacak birilerinin olmasını
önemsemiyor, kaba bir tavır gösteriyordu. Onun bu davranışları bana çok yanlış
geldi.
Salih: Haklısın Tolga, onun yaptıkları güzel bir tavır
değil. Allah hepimize farklı nimetler vermiştir. Birisinin daha fazla eşyaya,
güzelliğe, başarıya sahip olması o kişinin üstünlüğünden kaynaklanmaz. Allah
bunları bize, bizi denemek, bu nimetler karşısında nasıl bir tavır
sergileyeceğimizi görmek için vermiştir.
Allah’ın en hoşnut
olacağı tavır, insanın sahip olduğu herşeyi kendisine verenin Allah olduğunu
unutmamasıdır. İnsanın, Allah’ın ona verdiği nimetlerle övünmemesi, şımarmaması
ve daima alçak gönüllü davranması gerekir. Zaten büyüklenmek şeytanın bir
özelliğidir. Hatırlarsan dün okuduğumuz ayet bu konuyla ilgiliydi. Ayette Allah
şöyle buyurmaktadır:
“Öyle ki, elinizden çıkana
karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla
sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Hadid
Suresi, 23)
Tolga: Yani Allah’ın bize verdikleriyle şımarmamalıyız
ve kaybettiklerimiz karşısında da üzüntülü ve sıkıntılı bir ruh haline
girmemeliyiz, değil mi abi?
Salih: Çok doğru Tolga. Allah herşeyin sahibidir. Bize
bu nimetlerden dilediği kadar verir. Bunun çok olması da az olması da dünyadaki
imtihanımızın bir parçasıdır.
Tolga: Bir ayette, Allah, “Onlardan
bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının
süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.” (Taha Suresi, 131) diye buyurmaktadır. Can’ın davranışları doğru
değil ama arkadaşlarının da ona özenip, Allah’ın hoş görmeyeceği bir tutumda
bulunmamaları gerekmez mi? Hem giysilerimizi, yiyeceklerimizi, evimizi,
arabamızı bize veren Allah olduğu halde, şımarmamız bizi çok küçük düşürür,
değil mi?
Salih: Tabii ki. Güzel açıkladın. Bak sana Kuran’dan bu
konuya örnek oluşturacak bir kıssa anlatayım:
Allah Kuran’da iki adamı
örnek verir. Adamlardan birinin iki tane üzüm bağı vardır. Allah her iki bağı
da hurmalar ve çeşitli ekinlerle donatmıştır. Zamanı gelmiş ve ekinler büyük
bir verimle yemişlerini vermiştir. İki bağ arasında bir de ırmak bulunmaktadır.
Zengin olan adamın bağı öylesine görkemlidir ki, bağlarından birinin değişik
ürün veren yerleri bile vardır. Bağ sahibi arkadaşıyla konuşurken: “Ben, mal bakımından
senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” (Kehf Suresi, 34) diyerek onu küçümser. Malıyla
gösteriş yaparak bağına girer ve arkadaşına etrafı göstererek şöyle konuşur:
“Bunun sonsuza kadar
kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. Kıyamet-saatinin kopacağını da
sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha
hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 35-36)
Diğer adam ise onu şöyle
uyarır:
“... Bağına girdiğin zaman,
'MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal
ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin
bağından daha hayırlısını bana verir...” (Kehf Suresi, 39-40)
Allah, bu uyarıları
dikkate almayan bağ sahibini sonunda cezalandırır. Bir gecede bütün ürünlerini
kasıp kavuran bir fırtına gönderir.
Sabah kalktığında
övündüğü ürünlerini kaybettiğini gören bağ sahibi, Allah’ın sonsuz gücünü ve
herşeyin kontrolünü elinde bulundurduğunu anlamıştır. Biz de bu kıssayı hiç
unutmadan hareket etmeliyiz.
ÖMER VE PENGUEN
Ömer, akşam uyumadan
önce babasıyla bir belgesel film izlemişti. Birçok canlının zor şartlarda nasıl
yaşamlarını sürdürdüklerini görmüş ve çok şaşırmıştı. Yatağına yattığında da
izlediği belgeseli düşündü. Kendisini o canlılarla aynı ortamda hayal etti ve
birden kendisini karlarla kaplı bir yerde buldu. Denizde kocaman buz parçaları
yüzüyordu. Etrafta dolaşmaya başladı.
PENGUEN:
Hoşgeldin Ömer.
ÖMER: Sen de kimsin?
PENGUEN: Ben bir penguenim.
Sesin sahibi sanki
üzerine bir smokin giymiş gibi duran bir canlıydı. Ömer onu hemen hatırladı. Akşam
izlediği belgeselde penguenlerle ilgili bir bölüm de vardı.
ÖMER: Evet sizin yaşamınızı televizyonda seyretmiştim.
Burası oldukça soğuk, siz hiç üşümüyor musunuz?
PENGUEN: Burası Güney Kutbu ve burada ısının –88 dereceye
kadar düştüğü dondurucu soğuklar olur. Bu ortam birçok canlı için öldürücü
olabilir. Oysa biz hiçbir zorlukla karşılaşmadan yaşamımızı sürdürebiliyoruz.
Bu da ancak Allah’ın bize verdiği çeşitli özellikler sayesinde mümkün
olmaktadır.
Derimizin altındaki
kalın yağ tabakası sayesinde soğuktan diğer canlılar kadar etkilenmiyoruz.
Ayrıca kış geldiği zaman deniz kenarından daha güneye doğru gideriz.
ÖMER:
Demek birlikte göç ediyorsunuz,
başka bilmediğim ne gibi özellikleriniz var? Mesela izlediğim belgeselde
yavrularınız yumurtadan çıkıncaya kadar yumurtalara çok özenle baktığınızdan
söz edilmişti. Bana biraz anlatabilir misin?
PENGUEN: Tabii. Mesela birçok canlının aksine penguenlerde
erkek kuluçkaya yatar. Hem de bu görevi yaklaşık –30 derecede, 65 gün hiç
kıpırdamadan yerine getirirler. Bu sırada anne penguen de doğacak yavru için uzaklarda yemek arar.
Yavru doğduktan sonra da ilk ayı anne ve babasının ayakları arasında geçirir.
Çünkü yanlışlıkla 2 dakika bile buradan çıkması donarak ölmesine sebep olur.
ÖMER: Yani oldukça dikkatli davranmanız gerekiyor.
PENGUEN: Her canlıya nasıl davranmasını Allah öğretmiştir.
Biz de Allah’ın bize ilham ettiği şekilde hareket ederiz.
ÖMER: Rabbimiz her canlının ne zaman nerede
yerleşeceğini, yiyeceğini nasıl bulucağını öğretmiş. Siz penguenlerin hayatı da buna çok güzel bir
örnek.
PENGUEN: Başka canlılarda da farklı örnekler bulabilirsin.
Ailem beni bekliyordur, artık gitmem gerekiyor.
Ömer birden bir zil sesi
duydu. Sabah olmuştu ve saati çalıyordu. Küçük seyahatinin güzel bir rüya
olduğunu anladı.
ERSİN İLE PAPAĞAN
Ersin her zaman evde bir
kuş beslemeyi arzu etmişti. O gün kapıdan giren babasının elinde büyükçe bir
kafes görünce gözlerine inanamadı. Kafesin örtüsünü kaldırdı: Sarı, lacivert,
rengarenk bir papağandı bu! Ersin çok sevinmişti. İlk günün akşamı Ersin’le
papağan koyu bir sohbete daldılar:
Ersin: Seni en iyi şekilde besleyebilmem için senin
hakkında herşeyi öğrenmek istiyorum güzel papağan. Önce en sevdiğin yemeği
söyle bana.
Papağan: En sevdiğim yiyecek ‘çekirdek’!
Ersin: Nasıl olur, nasıl yiyeceksin sen onu?
Papağan: Ben yiyeceklerimi tıpkı bir sandviç gibi iki
ayağımla tutarak yiyebilirim. Çekirdeğin kabuğunu da dilimle ustalıkla ikiye
ayırırım. Bu şekilde karnımı doyurabilmem bana Yüce Allah’ın bir lütfudur,
nimetidir.
Ersin: Çok merak ediyorum, bu rengarenk inanılmaz güzellikteki tüylerin
nasıl oluştu senin?
Papağan: Bütün kuşlarda olduğu gibi, benim de zengin renk
çeşitliliğim, tüylerimin içerisinde yer alan ve tüy ilk oluşmaya başladığı
sırada depolanan renk maddesinin varlığına veya tüylerin yapısal özelliği
nedeniyle ışık hareketlerine bağlı olarak oluşur. Tüylerimin, yıprandıklarında
yenileriyle değişen cansız yapılar olduğunu biliyor muydun? Her yenilenmede
aynı renkler tekrar çıkar. Bu Allah’ın yaratmasındaki kusursuzluğun
delillerinden biridir.
Ersin: Gerçekten muhteşem! Peki duyduğun sesleri taklit
edebiliyorsun? Bu nasıl oluyor?
Papağan: Ben duyduğum bu sesleri sadece taklit edebilirim,
anlamlarını bilmem. Bu da şüphesiz Allah’ın dilemesiyledir. Yoksa benim gibi
hiçbir akla ve iradeye sahip olmayan bir varlık, nasıl ses taklidi yeteneği
geliştirsin ki? Benim gibi hem konuşabilen hem rengarenk bir kuşu varetmeye
şüphesiz yüce Rabbimden başka hiç kimse güç yetiremez. O, benzersiz ve kusursuz
var edendir.
Ersin: Sana bakınca yüce Allah’a olan hayranlığım kat
kat artıyor. Burada en güzel şekilde barınman için ben de elimden geleni
yapacağım. Evimize tekrar hoşgeldin güzel papağan!
Papağan: Unutma yüce Rabbimiz’in bütün bu kusursuz evreni
yaratması karşılığında yapacağımız en güzel şey, gördüğümüz her güzellikte
Allah’ın büyüklüğünü hatırlayıp, O’na şükretmek ve O’nu aklımızdan hiç
çıkarmamaktır.
HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR
Ali, ilkokulda okuyan
çok başarılı bir öğrenciydi. Öğretmeni ve arkadaşları tarafından çok seviliyordu.
Her zaman düzenliydi. Anne, babasına ve büyüklerine karşı saygılı bir çocuktu.
Ancak Ali, yaşadığı olaylar karşısında çok fazla heyecanlanıyor, olmadık şeyler
için endişeleniyordu. Örneğin okulda sınav olacakları zaman dersine çalışmış
olmasına rağmen içinde korku duyuyor, “ya kötü not alırsam?” diye düşünerek
kendini üzüyordu. Çoğu zaman bu endişesi yüzünden dikkati dağılıyor, hatta
bildiği bir soruya yanlış cevap verdiği
de oluyordu. Ali yapamadığı bir şey olduğunda veya olmasını istediği bir şey olmadığında
hemen üzüntüye ve umutsuzluğa kapılıyor, neden yapamadığını, neden olmadığını
düşünerek kendi kendine kızıyordu.
Ali o gün okuldan eve
döndüğünde çok sevinçli ve her zamanki gibi heyecanlıydı. Annesi mutfakta yemek
hazırlıyordu. Ali okulda olanları hemen annesine anlatmaya başladı:
Ali: Anneciğim, hafta sonunda okulumuzun düzenlediği
pikniğe gideceğiz. Orada güzel yemekler yiyecek, top oynayacak, yürüyüş
yapacak, şarkılar söyleyip oyunlar oynayacağız. Ne güzel değil mi?
Anne: Evet Aliciğim, gerçekten çok güzel bir habermiş.
Hadi şimdi ellerini yıka ve ödevlerini yapmaya başla bakalım.
Ali annesinin sözünü
dinledi. Elini yüzünü yıkadı, önlüğünü çıkardı ve ödevlerini yapmaya başladı.
Ancak heyecanı hala geçmemişti. Piknikte ne kadar çok eğleneceklerini
düşünüyordu. Bir an aklına bir şey geldi. İçinden "Ya hafta sonu gelmeden
hastalanırsam? O zaman pikniğe gidemem. Arkadaşlarım oyunlar oynarlarken ben
evde hasta yatağımda yatmak zorunda kalırım" diye düşündü. Bir an içini
bir sıkıntı kapladı. Bütün neşesi kaçmıştı. Ödevlerini yaparken bir yandan da
bunu düşünmeye başladı.
Akşam yemeği vakti
geldiğinde Ali’nin babası da eve gelmişti. Annesi Ali’yi yemeğe çağırdı. Hep
beraber sofraya oturdular. Ali, aklına gelen kötü düşünce sebebiyle çok sessiz
ve keyifsizdi. Ondaki bu değişiklik annesini çok şaşırttı. Ali’nin bu durgun
hali babasının da dikkatini çekmişti. Her zaman olduğu gibi sohbet etmeye
başladılar.
Baba: Aliciğim bugün okulda neler yaptın anlat bakalım?
Ali: Yeni bilgiler öğrendik babacığım. Matematik
dersinde tahtaya kalktım ve öğretmenin sorduğu problemi doğru olarak çözdüm.
Anne: Bugün okulda aldığın güzel haberi babana da
söylemeyecek misin Ali?
Ali: Hafta sonu pikniğe gideceğiz.
Baba: Ne kadar güzel bir haber bu Ali, ama sen bu
habere pek sevinmemişsin galiba?
Anne: Aslında okuldan geldiğinde çok sevinçliydin,
neden üzgün görünüyorsun?
Ali: Evet çok sevinçliydim ama aklıma gelen bir
düşünce yüzünden canım sıkıldı.
Baba: Neden canın sıkıldı Ali?
Ali: Ya hafta sonuna kadar hastalanır da pikniğe gidemezsem,
o zaman çok üzülürüm.
Anne: Aliciğim şu anda böyle bir şey yok ve daha sonra
olup olamayacağını da şimdiden bilemeyiz. Ya olursa diye olmadık bir şeye
üzülmen doğru mu?
Baba: Bak Ali. Şeytan aklına böyle kötü düşünceler
getirerek, olmadık şeylerle içinin sıkılmasına sebep olur. Buna vesvese yapmak
denir. İnsanın aklına gelen bütün kötü düşünceler, kalbinde hissettiği
sıkıntılar, şeytanın insanlara fısıldadığı vesveselerdir. Böyle bir durumda ne
yapmamız gerektiğini yüce Allah Kuran’da bize şöyle bildirmiştir:
“Eğer sana şeytandan yana
bir kışkırtma (vesvese) gelirse hemen Allah’a sığın. Çünkü O işitendir,
bilendir.” (Araf Suresi, 200)
Anne: Aliciğim sen de aklına böyle kötü düşünceler
geldiğinde hemen Allah’a sığın ve O'na dua et.
Baba: Hayatımızda başımıza gelen her olay Allah’ın
kaderimizde önceden belirlemiş olduğu olaylardır. Allah bizim için her olayda
en hayırlısını dilemiştir. Eğer sen pikniğe gidemezsen mutlaka bu daha
hayırlıdır. Bazı insanlar herşeyde bir hayır olduğunu unutup, başlarına gelen
bir olay karşısında üzüntüye kapılırlar. Oysa Allah o kişiyi belki de daha kötü
bir olaydan korumuştur. Ancak böyle düşünmedikleri için her zaman üzüntü ve
sıkıntı içinde yaşarlar.
Ali: Evet çok iyi anladım. Bundan sonra aklıma gelen
kötü düşüncelerden hemen Allah'a sığınacağım ve bana herşeyin en hayırlısını
verdiği için Allah’a şükredeceğim.
AHMET VE NEŞELİ ÖRDEK
Ahmet hafta sonu
ailesiyle birlikte dedesini ziyarete gelmişti. Akşam yemeğine kadar dedesi,
Ahmet’i her zamanki gibi parka götürdü. Orada Ahmet’i bir sürpriz bekliyordu.
Parka geldiklerinde Ahmet havuzda yüzen ördekleri görünce çok sevindi. Dedesi
de Ahmet’in ördekleri çok sevdiğini bildiği için yanında ördeklerin
yiyebileceği yiyecekler getirmişti. Onları Ahmet’e verdi ve oradaki bir banka
oturdu. Ahmet hemen ördeklerin yanına koştu.
Ahmet: Merhaba benim adım Ahmet. Size yiyecek getirdim.
Ördek: Merhaba Ahmet, çok teşekkür ederiz.
Ahmet: Merak ediyorum, acaba size burada yiyecek
vermeselerdi ya da insanların olmadığı başka bir yerde yaşıyor olsaydınız nasıl
beslenirdiniz?
Ördek: Biz ördekler doğadaki yaşantımızda sudan pek
fazla çıkmayız. Besinlerimizi sudan sağlarız.
Ahmet: Ama ben ördeklerin yüzdüğü sularda da yiyecek
hiçbir şey göremiyorum.
Ördek: Bizler besinlerimizi sudan çeşitli şekillerde
alırız. Bazı türlerimiz yüzerken dibe dalmadan böcekler ve bitkilerle
besleniriz. Bazı türlerimiz sık sık başımızı ve gövdemizin ön kısmını suya
gömerek kuyruğumuz kalkık bir biçimde besin ararız. Bazı türlerimizse tamamen
suya dalarak besinlerimizin tümünü suyun altında ararız.
Ahmet: Peki neden sürekli suda duruyorsunuz? Neden
karada da dolaşmıyorsunuz?
Ördek: Çünkü ayak parmaklarımızın arasındaki perdeler
suya dalmamıza ve hızlı yüzmemize yardımcı olur ama karada yürümemizi
zorlaştırır.
Ahmet: Ben denize girdiğim zaman suyun üstünde kalmak
için sürekli hareket etmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden suyun üstünde rahatça
kalabilmek için denize simitle giriyorum. Sizler nasıl bu kadar uzun süre suyun
üstünde kalabiliyorsunuz?
Ördek: Denize simitle girdiğin zaman nasıl hareket
etmeden suyun üstünde kalabiliyorsan, bizim de vücudumuzun içinde taşıdığımız
hava suyun üstünde kalabilmemizi sağlıyor.
Ahmet: Ama ben üzerimde simit varken suyun içine
dalamıyorum. Peki siz nasıl dalabiliyorsunuz?
Ördek: Bizim vücudumuzda küçük balonlara benzeyen hava
kesecikleri var. Bu kesecikler hava ile dolduğunda suyun üstünde kalabiliyoruz.
Suyun içine dalmak istediğimizde ise hava keseciklerindeki havayı dışarı
pompalıyoruz. Vücudumuzun içinde daha az hava kaldığı için kolaylıkla suyun
içine batabiliyoruz.
Ahmet: Hem suyun üstünde kalabiliyor, hem suya
dalabiliyor, hem de çok güzel yüzebiliyorsunuz.
Ördek: Ayak parmaklarımızın arasındaki perdeler
sayesinde yüzebiliyoruz. Ayaklarımızı suyun içinde ileri geri hareket ettirdiğimizde
bu perdeler iyice genişliyor ve suyu daha kuvvetli itmemizi sağlıyor.
Ahmet: Tıpkı yazın büyüklerin denize girerken daha rahat
ve hızlı yüzmek için ayaklarına taktıkları paletler gibi.
Ördek: Evet Ahmet. Eğer sizlerin ayakları öyle olsaydı
hiç rahat yürüyemezdiniz. Ama biz su kuşları olduğumuz için ayaklarımızın bu
şekli sayesinde çok rahat yüzebiliyor, beslenebiliyoruz.
Ahmet: Bütün ördekler birbirine çok benziyor ama
aranızda ne gibi farklar var?
Ördek: Bizler birbirimize çok benziyoruz ama ördek
türleri arasında farklılıklar var tabii. Erkek ördekler, dişi ördeklerden daha
parlak tüylere sahiptirler. Yuvasında kuluçkaya yatmış dişiler için bu önemli
bir korumadır. Çünkü soluk renkleri sayesinde düşmanları onları görmediği için
dişiler yuvalarında daha güvenlikte olurlar. Dişi ördeklerin, bulundukları yere
uygun soluk renkleri onları yakın mesafeden bile görebilmeyi oldukça
zorlaştırır.
Ahmet: Peki yuvalarına bir düşman yaklaşırsa o zaman ne
olur?
Ördek: Erkek ördekler yuvadaki dişilerini korumak için
parlak renkli tüylerini kullanarak düşmanların dikkatini üzerine çekerler. Bir
düşman yuvanın yakınına geldiğinde erkek hemen havalanarak çok fazla gürültü
yapar ve düşmanı yuvadan uzaklaştırmak için elinden gelen tüm çabayı sarf eder.
Tam o sırada Ahmet suda
yüzen ördek yavrularını gördü. Küçücükken bile yavruların suda yüzebilmelerine
çok şaşırdı ve hemen sordu:
Ahmet: Bu küçücük yavrularınız nasıl bu kadar kısa
zamanda yüzmeyi öğrenebiliyorlar?
Ördek: Yavrular yumurtadan çıktıktan birkaç saat sonra
suya koşup yüzmeye ve kendi başlarına beslenmeye başlarlar.
Ahmet kendisini
doğduktan birkaç saat sonra suya bıraksalardı ne olurdu diye düşündü. Tabii ki
yüzemez, su yutup boğulurdu. Yüce Allah’ın ördekleri suda yaşamaları,
yüzebilmeleri, beslenebilmeleri için kusursuz bir biçimde yarattığını düşündü.
O sırada dedesi de oturduğu banktan kalkmış, Ahmet’in yanına gelmişti.
Ahmet: Dedeciğim ördekler ne kadar güzel yüzüyorlar,
öyle değil mi? Hem de çok sevimliler.
Dede: Evet Ahmetciğim. Tek bir özellikleri bile bize
Allah’ın her varlığı ne kadar kusursuz bir biçimde yarattığını gösteriyor.
Ördeklerin aynı zamanda uçabildiklerini de biliyor muydun? Ördekler uçarken
vahşi hayvanlara yem olmamak için durmadan yön değiştirirler.
Ahmet: Ördekler bunun için yön değiştirmeleri
gerektiğini nereden biliyorlar dedeciğim?
Dede: Tabii ki bu, Allah’ın diğer canlılara verdiği
özellikler gibi, sevimli ördeklere kendilerini korumaları için vermiş olduğu
bir özelliktir. Allah dilediğini yaratır. Bununla ilgili Kuran’daki ayetlerden
biri şöyledir:
“Allah, her canlıyı sudan
yarattı. işte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde
yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini
yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç
yetirendir.” (Nur Suresi, 45)
Hadi artık yemek vakti
iyice yaklaştı yavaş yavaş eve dönsek iyi olur.
Ahmet: Peki dedeciğim ben de sana yolda ördekler
hakkında öğrendiklerimi anlatacağım.
Dede: Öyle mi? Nereden öğrendin bakalım sen bu
bilgileri?
Ahmet sudaki ördeklere
göz kırptı ve onlarla vedalaştı:
Ahmet: Hoşçakalın sevimli ördekler!
UZUN KUYRUKLU SEVİMLİ
SİNCAPLAR
Ahmet ördeklerden
ayrılırken dedesinin elinden tuttu, beraber hem eve doğru yürüdüler hem de
Allah’ın herşeyi en mükemmel biçimde yarattığını konuşarak Allah’a şükrettiler.
Fatih ve Erdem çok iyi
anlaşan iki arkadaştı. Hayvanların yaşamlarıyla ilgili yeni bir kitap okumuş ve
çok etkilenmişlerdi. Bu hayvanları yakından tanımak kim bilir ne kadar da
heyecanlı olurdu. Akşam aileleriyle konuştular ve hafta sonu ormana geziye
gitmek için onları ikna ettiler. Yol boyunca birbirlerine orada görebilecekleri
canlılar hakkında sorular sordular. Arabadan iner inmez ağaçların arasında
koşmaya başladılar. Aileleri banklara oturmuş sohbet ediyorlardı. Fatih ve
Erdem etrafı dolaşmak için izin istediler. Birkaç hayvan görebilmek için
sabırsızlanıyorlardı.
Biraz yürüdükten sonra
dalların arasında bir kıpırtı hissettiler.
Fatih: Erdem, bak işte orada bir sincap var galiba,
gördün mü?
Erdem: Gel, biraz daha yakından bakalım.
Fatih: Neden bu kadar uzun bir kuyruğu var acaba?
Sincap: İkiniz de
çok meraklı çocuklara benziyorsunuz. Öğrenmek istediklerinizi size
anlatabilirim.
Fatih: Evet çok
isteriz, anlatır mısın?
Sincap:
Az önce kuyruğumun neden uzun olduğunu merak
etmiştiniz. Ağaçların üzerinde çok çeşitli hareketler yapabilirim. Mesela sivri
tırnaklarım sayesinde rahatlıkla ağaçlara tırmanabilirim. Ayrıca bir dalın
üzerinde koşabilirim, başaşağı sallanabilirim, hatta bu şekilde
ilerleyebilirim. Özellikle “gri sincaplar” olarak bilinen akrabalarımız bir
ağacın en ucundaki dalından 4 metre uzaktaki başka bir ağacın dalına rahatlıkla
atlayabilirler. Havada adeta uçar gibi sıçrarken, kollarını ve bacaklarını
açarak bir planör gibi hareket ederler. Bu sırada yassılaşan kuyrukları ise hem
dengelerini sağlar, hem de yönlerini ayarlayan bir dümen görevi görür.
Erdem: Bir kitapta bazı sincapların uçabildiklerini
okumuştum. Peki uçan sincapların sadece kuyruklarının uzun olması yeterli mi?
Sincap: Evet, Avustralya’da yaşayan ve boyları 45 cm ile
90 cm arasında değişen bazı sincap türleri uçabilirler. Aslında yaptıkları tam
olarak uçmak değildir. Bir ağaçtan diğerine uzun atlayışlar yaparak hareket
ederler. Ağaçlar arasında bir planör gibi hareket eden bu canlıların kanatları
yoktur ama uçma zarları vardır. Mesela “şeker uçan sincapları”nın uçma zarı, ön
bacaklardan arka bacaklara doğru uzanır. Uçan sincap, bir ağacın gövdesinden
fırlar ve gerilmiş derinin planöre benzeyen etkisiyle bir seferde ortalama 30
metrelik bir uzaklık aşabilir. Hatta bazen arka arkaya 6 kaymayla 530 metrelik
bir mesafe alabildikleri gözlenmiştir.
Fatih: Bu kadar uzun mesafeleri atlarken ağaçlar
arasındaki mesafeleri nasıl hesaplıyorlar. Doğru yere konabilmeleri için
kendilerini çok iyi ayarlamaları gerekir diye düşünüyorum. Küçük bir hata
düşmenize sebep olabilir.
Sincap: Çok doğru.
Atlarken incecik dalları hedefleyip, tam üstüne tutunabilmek için çok dikkatli
hareket etmeliyiz. Bunun için arka ayaklarımızı, mesafeleri çok iyi ayarlayan
keskin gözlerimizi, güçlü pençelerimizi ve denge kurmamıza yarayan kuyruğumuzu kullanırız.
Bize bu özellikleri veren de, onları nasıl kullanacağımızı öğreten de yüce
Rabbimiz’dir. Yoksa bizim, ailece ellerimize cetvelleri alıp, ağaçların
boylarını, dalların arasındaki mesafeleri ölçmemiz mümkün değildir.
Erdem: Kuyruğunuzun başka faydaları da var mı?
Fatih: Ben belgesel bir filmde izlemiştim. Boyut olarak
küçük olan hayvanlar hareket etmedikleri zaman ısı kaybederlermiş. Soğuk
havalarda donma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlarmış. Özellikle uykuda
oldukları vakitlerde bu tehlike daha da artarmış. Fakat Allah her canlı türünde
olduğu gibi sincapların da olumsuz dış şartlardan etkilenmemeleri için korunma
yöntemleri yaratmıştır. Bunun için sincaplar kalın kürke benzeyen kuyruklarını
vücutlarının etrafına sarmalayıp, bir top gibi kıvrılarak uyuyorlarmış. Bir
palto gibi kalın olan kuyrukları böylece soğuk havalarda uyuduklarında onları
donmaktan kurtarıyormuş.
Sincap: Evet, gerçekten soğuk havalarda kuyruğumuz bizi
ısıtır. Ama tüm bunların dışında kuyruğumuzun bir faydası daha vardır. Pek çok
canlıda olduğu gibi biz sincaplar arasında da çeşitli haberleşme yöntemleri
vardır. Örneğin “kırmızı sincaplar” düşman görünce kuyruklarını sallar ve
heyecanlı sesler çıkarırlar.
Erdem: Ne kadar çok
ceviz toplamışsınız. Acıktınız galiba...
Sincap: Kışın yemek bulmakta zorluk çektiğimiz için yaz
aylarında yiyecek biriktirip, kışa hazırlık yaparız. Yiyeceklerimizi depo
ederken çok dikkat etmemiz gerekir. Meyveler ve etler kısa zamanda bozulacağı
için onları depolamayız. Kışın aç kalmamak için yalnızca ceviz, fındık, kozalak
gibi dayanıklı yemişleri toplamamız gerekir. İşte bu cevizleri de kışın yemek
için saklayacağım.
Erdem: Allah bütün canlılara yiyeceklerini nasıl
bulacaklarını ve saklayacaklarını öğreten, yarattığı her canlının rızkını da
verendir. Allah’ın sıfatlarından biri de “rızık veren” yani “yarattığı her
canlıya yiyecek veren”dir. Allah ne kadar lütuf sahibi ve merhametli olduğunu
Kuran’da bizlere bir ayette şöyle bildiriyor:
“Kendi rızkını taşıyamayan
nice canlı vardır ki, onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir.”
(Ankebut Suresi, 60)
Sincap: Allah yarattığı her canlıya yaşadığı ortama uygun
özellikler vermiştir. Yiyecekleri bulup depolamamız yetmez, kış gelince onları
sakladığımız yeri bulmamız da gerekir. Bunu da Rabbimiz’in bize verdiği
mükemmel koku duyusunu kullanarak buluruz. Öyle ki, 30 cm’lik karın altında
gizlenmiş fındıkların bile kokusunu alabiliriz.
Topladığımız yiyecekleri
birden fazla yerde depolarız. Fakat çoğunun yerini de sonradan unuturuz. Bunun
da Allah katında belirlenmiş bir sebebi var. Çünkü bizim yer altında
bıraktığımız yemişler zamanla ormanın içinde filizlenip gelişecek ve tekrar
yeni ağaçlar oluşturacaklardır.
Fatih: Ceviz, fındık, kestane bunlar kabuğu çok sert
olan yiyecekler. Biz bunları yemek için demirden yapılmış kıracak aletler
kullanıyoruz. Siz bir aletiniz olmadan bunları nasıl kırabiliyorsunuz?
Sincap: Bizim bir insanın asla sahip olamayacağı
keskinlikte ve sağlamlıkta dişlerimiz vardır. Ağzımızın ön tarafında, sert
maddelerin kırılmasını sağlayan kesici dişler, arka uzun boşlukta ise azı
dişlerimiz bulunur. Ağzımızdaki bu keskin dişler sayesinde ne kadar sert olursa
olsun istediğimiz yemişin kabuğunu parçalayabiliriz.
Erdem:
Dişleriniz zarar görmüyor mu?
Sincap: Herşeyi bir uyum içinde yaratan Rabbimiz’in üstün
sanatını burada da görebilirsiniz. Bizim dişlerimiz kırılıp, aşınsa bile yerine
hemen yenisi çıkar. Aşınan dişlerimiz sürekli uzayarak alttan yenilenir. Allah
bu özelliği bizim gibi yiyeceklerini kemirmek zorunda olan bütün canlılara
vermiştir.
Fatih: Allah yarattığı canlılardaki güzellik ve kusursuz
yapılarla ilgili olarak Kuran'da şöyle bildirmiştir:
“Sizin yaratılışınızda ve
türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler
vardır.” (Casiye Suresi, 4)
Erdem: Allah’ın herşeyi her an kontrolü altında
tuttuğunu unutmamalıyız. Bize verdiği her nimet için O’na şükretmeli, sevdiği
kullarından olmak için dua edip, O’ndan bağışlanma dilemeliyiz.
Fatih: Evet doğru söylüyorsun. Çok geç olmuş, artık geri
dönelim Erdem. Bize anlattıkların için teşekkür ederim sevgili sincap.
Sincap: Güle güle küçük dostlarım.
GÜZEL SÖZE UYMANIN ÖNEMİ
Şener sevimli, güzel
ahlaklı ve çok çalışkan bir çocuktu. Babasının işi sebebiyle başka bir şehire
taşınmışlardı. Bu yüzden Şener, çok sevdiği arkadaşlarından ayrılmak zorunda
kalmıştı.
Yeni evlerine
taşındıktan bir süre sonra apartmanlarında oturan komşuları, Şenerleri ziyarete
geldiler. Şener çok mutlu oldu, çünkü apartmanlarında onun yaşında birçok çocuk
vardı. Şener yeni tanıştığı arkadaşlarını çok sevdi ve zamanla arkadaşlarıyla
iyice kaynaştı. Ancak içlerinden Gökhan isminde yaşça diğerlerinden küçük olan
bir çocuk her zaman oynadıkları oyunları bozuyor, hep kendi istediği oyunlar
oynansın istiyor, istediği bir şey olmayınca da onlara küsüyordu.
Bir gün bahçede bütün
çocuklar toplanmış oynarlarken Gökhan yanlarına geldi. Çocuklar o sırada Şener’in
yeni alınmış oyuncağı ile oynuyorlardı. Gökhan’ın gelmesi bütün çocukları
huzursuz etti. Çünkü Gökhan oyunlarına katıldığında mutlaka bir tartışma
çıkacağını biliyorlardı. Bu yüzden çocuklar Gökhan’ı bu sefer aralarına
almadılar. Bu duruma çok kızan Gökhan da Şener’in yeni oyuncağını aldı ve yere
atarak kırdı. Bu duruma çok üzülen Şener ve arkadaşları Gökhan’la tartışmaya
başladılar. Çocukların seslerini duyan Salih Dede hemen pencereye gidip dışarı
baktı. Salih Dede çocukları çok seviyordu, onlarla her zaman ilgileniyor, sık
sık çocuklarla Allah’ın varlığı, verdiği nimetler, Allah'ın yapılmasını
emrettiği ibadetler gibi konularda sohbet ediyordu. Çocukların tartıştıklarını
görünce hemen yanlarına geldi. Gökhan ağlıyordu. Çocuklar olanları Salih
Dede’ye anlattılar, sonra hep beraber bahçede oturup sohbet etmeye başladılar.
Şener: Salih Dede. Ben ve arkadaşlarım her zaman çok iyi
geçiniyor, birbirimizle kavga etmeden oyunlarımızı oynuyoruz. Ama Gökhan her
zaman oyunumuzu bozuyor, biz de artık onunla arkadaş olmak istemiyoruz.
Gökhan: Ama onlar benim istediğim şeyleri yapmıyorlar.
Salih
Dede: Sevgili Çocuklar! Hepimiz
her an huzurlu olmak, güven içinde yaşamak; arkadaşlık, dostluk ve neşenin
olduğu yerlerde bulunmak isteriz. Ancak, bunların olması için yalnızca istemek
yetmez. Ayrıca bunları hep karşı taraftan beklemek de olmaz. Huzurlu, güvenli
ortamlar sağlamak, güzel dostluklar kurmak özel bir çaba ve fedakarlık ister.
Eğer herkes, yalnızca kendi isteğinin olmasını ister, kendi rahatını düşünür,
fedakarlıkta bulunmazsa, insanlar arasında kavgalar ve huzursuzluklar olur.
Ancak Allah'tan korkan müminler farklı davranırlar. Onlar, hem fedakar, hem
affedici, hem de sabırlıdırlar. Kendilerine haksızlık yapıldığında dahi,
affedici davranarak, ortamın huzur ve güvenliğini, insanların neşesini kendi
isteklerinden üstün tutar, en güzel tavrı gösterirler. Bu, Allah'ın müminlere
emrettiği üstün bir ahlak özelliğidir.
Şener: Peki Salih Dede karşımıza bize kötü söz söyleyen,
düşmanca tavırlar gösteren biri çıktığında ne yapmalıyız?
Salih
Dede: Tabii ki biz Allah’ın
emrettiği şekilde davranmalıyız. Bunu yüce Allah bize Kuran’ı Kerim’de Fussilet
Suresi'nin 34. ayetinde şöyle bildirmiştir:
“İyilikle kötülük eşit
olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, seninle
onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un)
oluvermiştir."
Çocuklar Salih Dede’ye
teşekkür ettiler ve bundan sonra birbirlerine en güzel şekilde davranacaklarına
söz verdiler.
MÜMİNLERİN TEMİZLİĞİ
Ali o gün çok
heyecanlıydı. Öğretmenleri onlara “Temiz olmak” konulu bir ödev vermişti. Bu
konu hakkında istedikleri kaynaklardan bilgiler toplayıp, sonra da onları bir
kağıda yazarak sınıfta anlatmalarını istemişti. Ali bugüne kadar temizlik
konusunda bildiklerini yerine getiriyordu. Ama bunları nasıl anlatacağına bir
türlü karar veremiyordu. Elbette ki bu konu hakkında bilmediği daha pek çok şey
vardı. Ali’nin aklına güzel bir fikir geldi. Öğretmenleri her türlü kaynaktan
bilgi toplayabileceklerini söylediğine göre apartmanlarında oturan Ahmet
Dede’den pekala bilgiler alabilirdi. Hemen defterini ve kalemini aldı, annesinden
izin isteyerek Ahmet Dede’nin evine gitti. Ahmet Dede, Ali’nin bu davranışından
dolayı çok memnun oldu. Beraber sohbet etmeye başladılar:
Ali: Ahmet Dede. Her insan temiz olmalı ama okulda
bazı arkadaşlarımı görüyorum sabah okula geldiklerinde yüzlerini bile yıkamamış
oluyorlar.
Ahmet
Dede: Aliciğim; Allah Kuran’da
müminlere temiz olmalarını, pislikten uzaklaşmalarını emretmiştir. Kuran
ahlakını yaşamayan insanlar her konuda olduğu gibi temizlik konusunda da Kuran
ahlakını yaşamadıkları için bu gibi kötü durumlara düşerler. Müminler fiziksel
olarak tertemiz insanlardır. Bedenleri, yedikleri yiyecekler, giydikleri
giysiler, yaşadıkları ortamlar her zaman temizliği ve düzeniyle göze çarpar.
Bulundukları her yeri Kuran'da tarif edilen, tertemiz cennet ortamlarına
benzetmeye çalışırlar. Allah müminlerin temizlik anlayışının nasıl olması
gerektiğini Kuran’da şu ayetlerle bildirmiştir:
“… Bana hiçbir şeyi ortak
koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi
tertemiz tut.” (Hac Suresi, 26)
“Ey iman edenler size rızık
olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin...” (Bakara Suresi, 172)
“Elbiseni temizle. Pislikten
kaçınıp-uzaklaş.” (Müddessir Suresi, 4-5)
Ali: Peki Allah’ın Kuran’da bildirdiği temizliği
yaşayabilmek için müminlerin neler yapmaları gerekir?
Ahmet
Dede: Allah insanlara
temizlenmeleri için suyu yaratmıştır.
Su, büyük bir nimettir, insanların Allah’a şükretmeleri için bir vesiledir.
Sabah kalkar kalkmaz elini yüzünü yıkamak, duş alıp güne tertemiz başlamak
yapılması gerekenlerin en başında gelir. Allah insanlara temizlenmeleri için
gökten su indirdiğini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
“... Sizi kendisiyle
tertemiz kılmak, sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kalplerinizin üstünde
(güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz
üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu.” (Enfal Suresi, 11)
Ali: Ahmet Dede, bu ayetten şeytanın insanlara pislik
verdiğini anlayabiliriz, öyle değil mi? Yani pis olan insanlar şeytana uymuş
oluyorlar.
Ahmet
Dede: Allah bu ayette, şeytanın
pisliği hoş göstermeye ve temizlenmekten alıkoymaya çalıştığını bildirerek
insanları uyarmıştır. İnsanı Allah'ın yolundan saptırmaya çalışan şeytan,
temizlenme konusunda da insana sürekli telkinde bulunur. Örneğin, yemeklerden
sonra diş fırçalamayı ya da mümkün olduğu kadar düzenli bir şekilde duş almayı
insanlara zor göstererek erteletmeye, daha sonra da tamamen unutturmaya
çalışır. Birkaç defa bu konuda gevşeklik göstermek çok önemli sonuçlar
doğurmasa da, zamanla insanın görünüşünde ve sağlığında bozulmalara sebep olur.
Şeytanın amacı da zaten budur. Büyük bir kin duyduğu ve cehenneme sürüklemeye
çalıştığı insanın pislik içinde yaşaması, cildinin bozulması, dişlerinin
çürümesi, kötü bir görüntüye sahip olması ve sağlığının bozulması onun en büyük
arzusudur. Ancak Kuran ahlakını yaşayan bir insan şeytanın bu telkinlerine
karşı uyanık ve dikkatlidir. Temizlenme konusunda da en ufak bir gevşeklik
göstermez. İmkanı olduğu kadar her koşulda temizliğine dikkat eder.
Ali: İnsanların bazıları temiz ve düzenli olsalar da her zaman aynı şekilde
görünmüyorlar. Mesela sadece bayramlarda veya belirli günlerde temiz ve
düzenli, diğer zamanlarda ise bakımsız görünüyorlar. Onların temizlik
anlayışları nedir?
Ahmet
Dede: Kuran ahlakını yaşamadıkları
halde bazı insanlar da temizliklerine çok dikkat eder ve önem verirler. Ancak,
amaçları ve niyetleri nedeniyle iman edenlerden kesin olarak ayrılırlar. Bu
insanların amacı, insanlar tarafından eleştirilmemek, onlara güzel görünmek,
kötü kokmamaktır. Temizlenirken Allah'ın rızasını düşünmedikleri için yalnız
olduklarında ya da önemsemedikleri insanların yanında bulunduklarında
görünüşlerine ve temizliklerine dikkat etmezler. Ancak bir mümin, insanlar
tarafından beğeni kazanmak için değil, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak, O'nun
emrini yerine getirmek için temizliğine önem verir; günlerce kimse ile
görüşmese de her zaman temiz ve bakımlıdır.
Ali: Verdiğin bilgiler için çok teşekkür ederim Ahmet
Dedeciğim. Anlattıklarını düşünerek hem yazımı yazacağım, hem de bundan sonra
temizlik konusunda daha dikkatli olacağım.
Ali hemen eve gitti ve
ödevini yazmaya başladı. Yazdıklarını bir an önce okulda arkadaşlarına ve
herkese anlatmak için büyük bir heyecan duyuyordu. Onun Kuran ahlakını anlatmak
için duyduğu bu şevk ve heyecan, iman eden her insanda olması gereken, mümin
alametlerinden biridir.
ÇETİN İLE SÜSLÜ TAVUS
KUŞU
Hafta sonu Çetin, ablası
ve annesi hayvanat bahçesine
gitmişlerdi. Birbirinden sevimli, birbirinden güzel hayvanları şaşkınlıkla
izliyor, kimilerine yem veriyor, kimilerini uzaktan seyrediyorlardı. Yaramaz
bir fil yavrusu Çetin’in ablasının elbisesine su püskürttü. Çetin ve annesi
gülerek yollarına devam ettiler:
Çetin’in
annesi: Bakın şu süslü tavus
kuşuna.
Çetin ve ablası
gerçekten de tavus kuşunun güzelliği karşısında çok etkilenmişlerdi. Çetin daha
yakından bakabilmek için tavus kuşuna biraz daha yaklaştı.
Tavus
kuşu: Merhaba sevgili Çetin. Ben
gerçekten de hayvanlar aleminin en süslü canlısı olarak bilinirim.
Çetin:
Kuyruğun çok güzel. Bütün tavus
kuşlarının kuyrukları böyle midir?
Tavus
kuşu: Hayır minik dostum. Bu
kuyruk sadece biz erkek tavus kuşlarında vardır. Biz bu güzel kuyruğumuzu
eşimiz olmasını istediğimiz dişi tavus kuşlarını etkilemek için kullanırız.
Çetin: Kendini göremeyen bir tavus kuşu kuyruğunu açınca
bu kadar güzel ve çekici göründüğünden nasıl emin olabilir ki? Bunun biri
tarafından size öğretilmesi gerekli değil midir? İnsanlar bile ancak aynaya
bakınca nasıl göründüklerinden tam emin olabilirler.
Tavus
kuşu: Haklısın! Biz aynaya bakıp
bu güzelliğimizi görmüyoruz. Kuyruğumuzu bu şekilde açarken alımlı hale
geleceğimizi bize Allah öğretiyor.
Çetin tavus kuşuna
yakından bakınca açılan kuyruğundaki
muhteşem renkler ve desenler karşısında şaşırdı.
Çetin: Sanki harika bir resme bakar gibiyim. Renkler o
kadar güzel ki…
Tavus
kuşu: Kuyruğumdaki bu güzel
desenleri ben çizmiş olabilir miyim? Elbette bunlar imkansız, küçük arkadaşım.
O halde biz tavus kuşlarının olağanüstü güzel olan kuyruğu kendiliğinden
oluşmamıştır. Bizim bu güzel renklerimize herkes hayran oluyor. Çünkü bütün
canlılar gibi bizi de bu güzellikte yaratan Allah’tır.
Çetin: Şimdi canlıları bu kadar güzel yaratanın Allah olduğunu bir kez daha
anladım. Hoşçakal, güzel arkadaşım!
Çetin Allah’ın üstün
gücüne büyük bir hayranlık duyarak, ablasının ve annesinin yanına geri döndü.
Onlara da tavus kuşunun bu güzelliğini Allah’ın yarattığını hatırlatacaktı.
Tavus kuşu, Çetin’in
ardından seslendi.
Tavus kuşu: Hoşçakal!
CAN İLE MİNİK KUŞ
Can okuldan eve geldiği
sırada dışarıda şiddetli bir yağmur başlamıştı. Yemeğini yedikten sonra
ödevlerini yapmaya başlamadan önce annesinden yağmuru seyretmek için biraz izin
istedi. Annesi Can’a kısa bir süre izin verdi. Can da pencerenin kenarına gelip yağan yağmuru
seyretmeye başladı. Sokakta şemsiyesiyle yürüyenlerden başka, şemsiyesi
olmadığı için apartmanların kenarına sığınan insanlar vardı. Bir süre sonra
etrafta yağmur birikintileri oluşmaya başladı. Yoldan geçen arabalar suları
etrafa sıçratıyor, insanlar ıslanmamak için kenara kaçışıyorlardı. Can hemen
evde olmasının ne kadar iyi olduğunu, Allah’ın onlara verdiği sıcak ev ve
yiyecekler için daha çok şükretmesi gerektiğini düşündü. Tam o sırada
pencerenin önüne bir serçe kondu. Zavallı kuş yağmurda sığınacak bir yer arıyor
herhalde diye düşünerek hemen pencereyi açtı.
Can: Merhaba, benim adım Can. İstersen içeri
gelebilirsin.
Kuş: Teşekkür ederim Can. Yağmur dinene kadar içeride
bekleyebilirim.
Can: Dışarıda çok üşümüş olmalısın. Daha önce hiç bu
kadar yakından bir kuş görmemiştim. Bacaklarınız ne kadar da inceymiş. Bu
incecik bacaklarla vücudunuzu nasıl taşıyabiliyorsunuz?
Kuş: Evet Can, biz kuşların bacakları vücudumuza göre
incedir. Ama buna rağmen vücudumuzun
ağırlığını kolaylıkla taşıyabiliyoruz. İncecik bacaklarımızın içinde pek çok
kas, damar ve sinir var. Eğer biz kuşların bacakları daha kalın ve hantal
olsaydı uçmamız oldukça zorlaşırdı.
Can: Uçmak kimbilir ne kadar güzel bir duygudur.
Kanatlarınız da incecik ama onları kullanıp uçabiliyorsunuz. Peki nasıl oluyor
da yorulmadan çok uzaklara uçabiliyorsunuz?
Kuş: Uçmak için ilk havalandığımızda çok enerji
harcarız, çünkü bütün vücut ağırlığımızı incecik kanatlarımızla kaldırmamız
gerekir. Ama bir kere uçmaya başladığımızda dinlenebilmemiz için havada
kendimizi rüzgara bırakırız. Bu şekilde daha az enerji harcadığımız için kolay
kolay yorulmayız. Rüzgarın etkisi geçince ise tekrar kanat çırpmaya başlarız.
Allah’ın bizim için yarattığı kolaylıklar sayesinde çok uzun mesafeleri
uçabiliriz.
Can: Peki uçarken etrafınızı nasıl görebiliyorsunuz?
Kuş: Bizim en iyi duyu organlarımızdan biri
gözlerimizdir. Yüce Allah biz kuşlara, uçma yeteneğimizin yanı sıra üstün bir
görme kabiliyeti de vermiştir. Eğer başlı başına bir mucize olan uçma
yeteneğimiz, üstün bir görme yeteneğimiz olmasaydı son derece tehlikeli olurdu.
Çok uzaktaki nesneleri insanlardan çok daha net görme gücüne ve daha geniş bir
görme açısına sahibiz. Böylece tehlikeleri önceden fark ederek uçuşlarımızın
yönünü ve hızını ayarlayabiliriz. İnsanlar gibi gözlerimizi hareket
ettiremeyiz. Çünkü gözlerimiz yuvalarında sabittir. Ama başımızı ve boynumuzu hızla çevirerek görüş
alanımızı büyütebiliriz.
Can: Demek bu yüzden kuşlar hep başlarını
oynatıyorlar. Yani etrafınızı daha rahat görebilmek için. Bütün kuşların
gözleri aynı mıdır?
Kuş: Baykuş gibi gece kuşlarının çok büyük gözleri
vardır. Gözlerindeki bazı özel hücreler loş ışığa karşı duyarlıdır. Bu
özellikleri sayesinde baykuşlar, geceleri çok iyi görüp avlanabilirler. Allah,
su kuşları denilen türlerimizin gözlerini ise suyun içinde çok net görebilecek
bir şekilde yaratmıştır. Su kuşları kafalarını suya daldırıp çıkararak sudaki
böcek ve balıkları kolayca yakalarlar. Allah su kuşlarının gözlerinde su
altında görmeye uygun bir yapı yaratmıştır. Bu sayede suyun altını berrak görür
ve hemen avlarına doğru yüzerler.
Can: Bütün kuşların gagaları birbiriyle aynı değil.
Bunun sebebi nedir?
Kuş: Allah gagalarımızı, türlerimize göre farklı
farklı olan çok önemli görevleri yerine getirebilecek şekilde yaratmıştır. Biz
kuşların gagaları, yaşadığımız ortamda beslenmemize en uygun olacak biçimdedir.
Tırtıl ve solucan gibi böcekler, böcek yiyen biz kuşlar için çok lezzetli
canlılardır. İnce ve sivri gagamızla tırtılları ve toprağın altındaki
solucanları kolaylıkla çıkarabiliriz. Balıkla beslenen türlerimizin gagaları
genelde balıkları kolay avlayabilmeleri için uzun ve kepçe şeklindedir.
Bitkiyle beslenen türlerimizin gagaları ise beslendikleri bitki çeşidine göre o
bitkilere en rahat ulaşabilecekleri biçimdedir. Rabbimiz yeryüzünde yaşayan tüm
canlılara ihtiyaç duydukları özellikleri eksiksiz ve kusursuz olarak vermiştir.
Can: Benim gibi kulakların yok ama beni rahatlıkla
duyabiliyorsun.
Kuş: Duymak da biz kuşlar için çok önemlidir. Bu
şekilde avlanabilir, etrafımızdaki tehlikelere karşı korunabilir ve
haberleşebiliriz. Bazı kuşlarda çok alçak sesleri çok rahat duymalarını
sağlayan kulak zarları vardır. Baykuşların ise kulakları sese karşı çok
hassastır. Duyma oranları insanlardan çok daha fazladır.
Can: Siz kuşlar çok güzel ötüyorsunuz. Sizin sesinizi
dinlemek çok hoşuma gidiyor. Sesinizi ne
amaçlarla kullanıyorsunuz?
Kuş: Bazı türlerimiz düşmanlarını yanıltmak için
seslerini çeşitli şekillerde kullanırlar. Ağaç deliklerinde yaptığımız
yuvalarımızı düşmanlardan korumak için bir yılan gibi tıslarız. Yuvaya saldıran
yırtıcı hayvan yuvada bir yılan olduğunu düşünür böylece biz de yuvamızı
korumuş oluruz.
Can:
Yuvalarınızı düşmanlardan korumak
için başka neler yaparsınız?
Kuş: Yuvalarımızı düşmanlardan korumak için çok sayıda
sahte yuvalar kurarız. Böylece aralarına gizlediğimiz gerçek yuvamızı ve
yumurtalarımızı düşmanları şaşırtarak korumuş oluruz. Yuvalarımızı zehirli
yılanlardan korumak için girişlerini gizli ve karmaşık yaparız. Başka bir önlem
olarak da dalları dikenli ağaçlara yuva yaparız.
Can: Bazı kuşlar suda nasıl yüzebiliyorlar. Neden
bütün kuşlar suda yüzemez?
Kuş: Yaratıcımız olan Allah bazı türlerimize suda
yüzebilecek özellikler vermiştir. Suya girdiklerinde yüzmelerini sağlamak için
ayak parmaklarının arasını perdeli yaratmıştır. Diğer türlerimizin ayak
parmakları ise ince ve perdesizdir. Bu yüzden su kuşlarının dışındaki kuşlar
suda yüzemezler.
Can: Tıpkı bir palet gibi. Yüzerken ayağıma palet
taktığımda çok daha hızlı yüzebiliyorum.
Kuş: İşte bazı türlerimiz de doğuştan bu paletlere
sahiptir.
Can ile kuş sohbetlerine
devam ederlerken annesi Can’ı ödevlerini yapması için odasına çağırdı. Bu
sırada yağmur da dinmişti.
Can: Ben artık odama gidip ödevlerimi yapmak
zorundayım. Yarın okulda siz kuşların özelliklerini ve yüce Allah’ın tüm
varlıklar gibi sizleri de üstün yaratma sanatıyla ne kadar kusursuz yarattığını
arkadaşlarıma anlatacağım.
Kuş: Yağmur dindiğine göre ben de artık yuvama
dönebilirim. Beni içeri aldığın için çok teşekkür ederim Can. Arkadaşlarına biz
kuşları anlatırken tüm canlılara olduğu gibi biz kuşlara da çok iyi bakmaları
ve onlara taş atmamaları gerektiğini de anlatır mısın?
Can: Tabii ki anlatırım. Allah’a emanet ol.
Can pencereyi açtı ve
kuş da hemen uçtu ve gökyüzünde süzülmeye başladı. Can da Allah’ın yaratışındaki
üstünlüğü düşünerek ödevlerinin başına oturdu.
ALİ’NİN KÜÇÜK DOSTU
Ali ve ailesi pazar günü
piknik yapmak için erkenden ormana gelmişlerdi. Annesi piknik malzemelerini
yerleştiriyordu.
Annesi gelirken sepeti
Ali’nin çok sevdiği havuçlarla doldurmuştu. Ali hemen bir ağacın altına oturdu.
Bir yandan kitap okuyor, bir yandan havuçlarını yiyiyordu. Bir tavşanın sepete
doğru yaklaştığını gördü. Minik tavşanı korkutmamaya özen göstererek Ali
yavaşça doğruldu.
Ali: Demek karnın acıktı minik tavşan!
Tavşan: Şeyy... Evet, havucu çok seviyorum.
Ali: Gel beraber yiyelim, hem biraz sohbet ederiz,
senin hakkında merak ettiğim çok şey var...
Tavşan: Biz tavşanlar toprak altına kazdığımız yuvalarda
yaşarız. Ve havuçlar da tam bizim bu yer altındaki yaşantımıza uygun olarak
yerin altına doğru büyürler. Böylece onlara kolayca ulaşabiliriz. En sevdiğimiz
yiyecek olan havuca kolayca ulaşabilmemiz için yüce Allah onları en uygun
şekilde yaratmıştır. Allah böyle dilediği için, biz yiyeceğimizi kolayca bulabiliriz. Bu Allah’ın yaratma
mucizelerinden biridir.
Ali, Allah’ın herşeyi
canlıların kullanımına nasıl da uygun yaratmış olduğunu düşündü. Kışın yediği
portakal geldi aklına. Bu meyvenin kolayca yiyebilmemiz için özel olarak
kabuğundan dilimlenmiş halde çıkmasına şaştı. Eğer böyle olmasaydı, sulu
haliyle onu yememiz çok zor olacaktı. İçinde sağlığımız için çok faydalı olan C
vitamininin bulunduğu bu meyveyi, Allah’ın bizim kolayca yememiz için
dilimlenmiş ve paketlenmiş bir şekilde yaratmış olmasına şükretti. Ve tabii onu
kolayca yemesi için dişleri olması da ayrı bir nimetti. Tıpkı tavşanın havucu
kolayca kemirmesini sağlayan ön dişleri gibi, Allah ona da yemek yiyebilmesi
için dişlerini vermişti.
Ali: Peki, yüce Allah başka ne gibi özellikler vermiş
size?
Tavşan: Allah her canlıya yaşamlarını kolaylaştıracak
birçok özellik vermiştir. Yeryüzünde farklı özelliklere sahip çeşit çeşit
tavşanlar vardır. Örneğin soğuk bölgelerde yaşayan tavşanlar genelde beyaz
renklidir. Çünkü bu onların karlar üzerinde fark edilmelerini engeller ve
böylece kolayca saklanabilirler. Benim gibi yabani tavşanların bacakları ve
kulakları daha uzundur. Çöllerde yaşayan Amerikan tavşanının ise iri kulakları
vardır. Bu kulaklar tavşanın sıcak çöllerde serinlemesine yardımcı olur.
Ali: Senin kaplumbağayla olan hikayeni bilmeyen yok.
Sanırım hızlı bir koşucusun, doğru mu?
Tavşan: Evet, arka bacaklarım ön bacaklarımdan daha uzun
ve güçlü. Bu sayede, saatte 60-70 km hızla koşabiliyor ve bir seferde 6 metre
ileriye sıçrayabiliyorum.
Ali: Peki yerin altındaki evini nasıl buluyorsun, ya
sen yokken oraya başka bir tavşan yerleşirse?
Tavşan: Bazı hayvanlar evlerini belirlemek için
“koku bırakma” yöntemini kullanırlar.
Mesela ceylanlar gözlerinin altındaki bezlerden salgılanan bir madde
bırakırlar. Bu salgıdan yayılan kokuyla yaşam bölgelerini işaretlemiş olurlar.
Biz de çenemizdeki bezler ile bir koku bırakarak evlerimizi işaretleriz.
Böylece oraya başka bir hayvan yerleşmez, biz de yuvamızı kolayca buluruz.
Tabii bunu kendi irademizle değil, ancak Allah’ın ilham etmesiyle yaparız.
Ali: Kardeşlerin var mı?
Tavşan: Biz tavşanların hızlı bir üreme dönemi vardır.
Annelerimizin gebelik süresi kısa yani yaklaşık 28-33 gün kadardır. Bir defada birçok yavru doğururlar. Mesela benim
15 tane kardeşim var... Yavrular yaklaşık bir ay annelerinin yanında kalırlar. Tavşanların bir
başka özellikleri de doğumdan 3-4 gün
sonra sonra çiftleşebilmeleridir.
Bu sırada Ali’nin
babası, yanlarına geldi ve sohbete katıldı.
Ali’nin
babası: Bütün bunları ben bile
bilmiyordum minik tavşan. Allah razı olsun. Allah tüm kainatı, içindeki canlı
cansız herşeyi nasıl da eksiksiz olarak yaratmış. Kuran’da yüce Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“İşte Rabbiniz olan Allah
budur. O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk
edin. O herşeyin üstünde bir vekildir.” (En’am Suresi, 102)
Bütün bu verdiği
nimetler sonsuz ahiret hayatımıza hazırlık yaptığımız ve imtihan olduğumuz
dünya hayatında O’na şükretmemiz, O’nun rızasını kazanarak yaşamamız içindir.
Biliyorsunuz Allah Kuran'da, “insanları ancak Kendisi'ne ibadet etmeleri için”
yarattığını bize bildiriyor. Bizim de yapacağımız en güzel şey, tüm bu
nimetlere şükretmek, hayatımızı Kuran’a göre düzenlemek ve “Allah için” yaşamak
olmalı. Kuran’da Allah şöyle buyurur:
“Sen de sabah akşam O’nun
rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının
(aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini bizi
zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyan
ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (Kehf Suresi, 28)
Ali: Babacığım, insan etrafına biraz düşünerek bakınca
ne kadar çok şükredecek şey görüyor, değil mi? Her gün görmeye alıştığımız bir
ağaç, uçan bir kuş, bu minik tavşan... Biraz düşünüp inceleyince hepsinde kusursuz
birer tasarım olduğunu görüyoruz. Bunu yapmaya ancak herşeyi örneksiz yaratan
yüce Allah güç yetirebilir değil mi? Yoksa bir tavşan tüm bu özellikleri
kendinde toplamayı nasıl akıl edebilirdi ki?
Tavşan: Çok haklısın Aliciğim. Allah bize yaratılışımıza
uygun özellikleri vermese hiçbirimiz onlara sahip olmaya güç yetiremezdik.
Ali’nin
babası: Aliciğim, pikniğe gelmemiz ne kadar hayırlı oldu. İlk
bakışta bizimle pikniğe gelmek hiç de cazip gelmemişti ama burada minik
tavşanla tanışıp bu sohbeti yapman birçok konuda tekrar düşünmeni sağladı.
Ali: Haklısın babacığım, bu sohbet benim herşeyde
Allah’ı görmeme çok yardımcı oldu. Çok teşekkür ederim minik tavşan. Benim
babamla gitmem gerekiyor. Anneme sorayım, daha havucumuz varsa sana getirirm.
Tekrar görüşmek üzere şimdilik hoşçakal.
Tavşan: Teşekkürler Ali, Allah’a emanet olun.
MURAT İLE KEDİ
Okuldan eve döndüğünde
Murat’ı büyük bir sürpriz bekliyordu. Babası ona minik bir kedi yavrusu
almıştı!
Murat derslerden arta
kalan vaktini bu sevimli kediyle oynayarak geçirmeye başlamıştı. Bir gece
uyurken kedinin odadan çıkıp, kapkaranlık olan salonda süt kabını hemen
buluşunu görünce Murat hayrete düştü.
MURAT: Bu karanlıkta nasıl da kolayca bulabildin bakalım
süt kabını?
KEDİ: Muratcığım, bizim görmemiz için azıcık ışık
yeterlidir. Gözlerimiz insanlarınkinden farklı yaratılmıştır. Göz bebeklerimiz
karanlıkta olabildiğince çok ışık almak için büyüyerek yuvarlaklaşırlar. Ayrıca
biz kedilerin gözlerinde siz insanlarınkinde bulunmayan bir tabaka vardır.
Retinanın hemen arkasında bulunan bu tabakadan ışık geri yansır. Böylece ışık
retinamızdan iki kez geçmiş olur. Biz de bu sayede karanlıkta rahatça görebiliriz ve gözlerimiz de daha
parlak olur. Şüphesiz Allah bizi her türlü koşul için en uygun şekilde
yaratmış, bize ihtiyacımız olan özellikleri vermiştir. Bu özelliklere evrim
teorisinin iddia ettiği gibi zamanla ve tesadüfler sonucunda sahip olmamız
tabii ki imkansızdır. Allah kediler gibi bütün canlıları bir anda kusursuzca
yaratmıştır.
MURAT: İnsanlar sizi bir de yüksek bir yerden “hep dört
ayak üzerine düşme” becerinizle tanırlar. Bunu nasıl beceriyorsunuz?
KEDİ: Haklısın. Biz kediler ağaçların üzerinde, yüksek
yerlerde dolaşmaya bayılırız. Ancak buralardan düşme tehlikesine karşı Allah,
bizlere bu özel yeteneği vermiştir. Düşerken dengemizi sağlamak için
kuyruğumuzu kullanır ve gövdemizin ağırlık merkezini bu sayede değiştirip,
patilerimizin üzerine düşmeyi başarırız. Bu koruyucu özelliğiyle Allah sonsuz
şefkat ve merhametini göstermektedir.
Murat minik kediyi
şefkatle kucağına aldı. Her gün karşılaştığı bu sevimli yaratıkların aslında
Allah’ın üstün yaratışının ne kadar önemli birer delili olduğunu düşündü.
Kedilere olan sevgisi ve şefkati böylece daha da arttı. Tüyleri okşanan yavru
kedi de mırıldanarak Murat’a sevgisini belirtti.
CÜNEYT İLE MÜREKKEP
BALIĞI
Cüneyt yaz tatilini bol
bol yüzerek değerlendiriyordu. Babası yüzerken suyun altını görebilmesi için
ona bir deniz gözlüğü hediye etmişti.
Cüneyt deniz altında gördüğü muhteşem güzellik karşısında adeta büyülenmişti.
Yine gözlüklerle deniz altını seyretmeye dalmışken balığa benzemeyen bir canlı
gördü.
Cüneyt: Hey! Sen
kimsin?
Mürekkepbalığı: Şaşırmakta haklısın Cüneyt. Her ne kadar “balık” adını taşısak da biz
mürekkep balıkları diğer balıklardan çok farklıyız. Mesela bizim
vücudumuzda hiç kemik yoktur.
Cüneyt: Vücudunuzda kemik yoksa nasıl hareket
ediyorsunuz?
Mürekkepbalığı: Aslını istersen
bizim çok şaşırtıcı bir hareket yeteneğimiz var! Bizim vücudumuz çok
yumuşaktır ve derimiz de çok kalındır. Derimizin altında da bazı kaslar vardır.
Bu kasları kullanarak vücudumuza su çekeriz
ve daha sonra bu suyu kuvvetlice geri püskürtürüz. Bu da bizim yüzmemizi
sağlar.
Cüneyt: Bunu nasıl yaptığını tam olarak anlatır mısın?
Mürekkepbalığı: Başımızın iki yanında cebe benzeyen birer açıklık
bulunur. Bu açıklıktan aldığımız suyu vücudumuzun içinde bulunan bir boşluğa
çekeriz. Daha sonra içerideki bu suyu, başımızın hemen altında bulunan ince bir
borudan çok hızlı bir biçimde püskürtürüz. Bu sayede meydana gelen güç ile ters
yöne doğru hızla hareket ederiz. Ayrıca bizi avlamak isteyen düşmanlarımızdan
da ani bir hızla kaçarız.
Cüneyt: Peki diyelim bu kaçış hızı yeterli olmadı, o
zaman ne yaparsınız?
Mürekkepbalığı: Eğer kaçış hızı yeterli gelmezse vücudumuzda ürettiğimiz
koyu renkli boyayı bir bulut şeklinde düşmanlarımıza doğru püskürtürüz. Bu
bulut düşmanda büyük bir şaşkınlığa yol
açar. Bu birkaç saniyelik şaşkınlık da bizim için yeterlidir. Çıkardığımız
renkli bulut sayesinde arkasında görünmez olur ve hızla bölgeden uzaklaşırız.
Cüneyt: Allah sizi de karşılaşacağınız her zorluğa karşı
özel olarak donanımlı yaratmış. Düşünüyorum da bu özelliklerimizi ne biz
insanlar ne siz canlılar kendi kendimize asla bulamazdık.
Mürekkepbalığı: Haklısın Cüneyt. İşte bu yüce Allah’ın üstün
yaratma bilgisinden kaynaklanır. Gördüğün bütün canlıları bu bilgiyle ve
mükemmel özelliklerle Allah yaratmıştır. Hiçbir canlı bu özelliklerine kendi
kendine sahip olamaz. Allah'ın gücü ve bilgisi her yeri kaplamıştır. O'ndan
başka güç yoktur.
Cüneyt: Seni tanıdığıma çok sevindim mürekkep balığı.
Verdiğin bilgiler için teşekkür ederim.
KEREM İLE DENİZATI
Kerem, yaz tatili için
ailesiyle güneyde deniz kenarındaki bir tatil beldesine gitmişti. Minik bir
dükkanın önündeki bir akvaryumda ilginç deniz canlıları sergilenmekteydi. Kerem
akvaryuma yaklaştı. İçinde yavaş yavaş dolaşan bir denizatı gördü.
Kerem:
Denizatlarını daha büyük
sanırdım, ne kadar da küçükmüşsün!
Denizatı: Evet, bizi kitaplardan ve televizyondan
tanıyanlar daha büyük canlılar olduğumuzu düşünürler. Oysa boylarımız 4 cm ile
30 cm arasında değişir.
Kerem: Sizin gözleriniz her yöne hareket edebiliyor
değil mi? Ve bu sayede çevrenizdeki bütün olaylardan haberdar olabiliyorsunuz.
Denizatı: Haklısın, Allah bizim başımızı vücudumuza dik açı
ile yaratmıştır. Başka hiçbir deniz canlısında bu özellik yoktur. Bu nedenle
vücutlarımız dik olarak yüzer, başımızı sadece
yukarı ve aşağı hareket ettirebiliriz. Aslında bu özellik diğer canlılarda olsa, başlarını
sağa-sola çeviremedikleri için problem yaşayabilirlerdi ve her türlü tehlikeye
karşı savunmasız olabilirlerdi. Fakat biz sahip olduğumuz özel vücut tasarımı
sayesinde böyle bir problem yaşamayız.
Yüce Allah gözlerimizi
birbirinden bağımsız, her yöne serbestçe hareket edebilecek ve dönerek her
tarafı rahatlıkla seyredebilecek şekilde yaratmıştır. Bu nedenle kafamızı iki
yana çeviremesek de etrafımızı
görebiliriz.
Yüce Allah, yarattığı
çeşit çeşit canlılardaki örneksiz tasarımlar, hayret uyandıran özellikler ile
insanlara sonsuz sanatını ve sınırsız ilmini göstermektedir.
Kerem: Bir şey merak ediyorum. Senin ne kanadın var, ne
de kuyruğun var. Suyun içinde nasıl alçalıp yükselebiliyorsun?
Denizatı: Yüzmemiz çok özel bir sistem sayesinde
gerçekleşir. Bizim yüzme keselerimiz vardır ve bu kesede bulunan bir tür gazın
miktarında gereken değişiklikleri yaparak suda yükselip alçalabiliriz. Eğer bu
hava kesesi zarar görürse ve az miktar da olsa gaz kaybederse biz de denizin
dibine batarız!
Yani yüzme kesesindeki
gazın miktarında herhangi bir değişiklik bizim ölümümüze neden olur. Rabbimiz
bu miktarı çok hassas bir şekilde yaratmıştır.
Kerem: Bu muhteşem bir tasarım.
Denizatı: Gördüğün gibi küçük dostum, evrendeki her varlık
gibi denizatlarını da bütün özellikleriyle birlikte eksiksiz olarak Allah
yaratmıştır. Deniz altındaki çok sayıdaki canlı türünden bir tanesi olan biz
denizatlarındaki tasarım Allah'ın sınırsız gücünün, sonsuz ilminin
örneklerindendir.
Kerem denizatıyla
sohbeti bitince annesinin yanına döndü. Bu minik hayvandaki muhteşem
özellikler, Kerem’in Allah’ın yaratma sanatına duyduğu hayranlığı daha da
artırmıştı.
ORHAN İLE HASAN DEDE
Orhan pencereden
dışarıya bakıyor, dedesinin gelmesini heyecanla bekliyordu. Dedesiyle vakit
geçirmek çok eğlenceli ve güzeldi. Sonunda dedesi gelmişti. Orhan heyecanla
kapıya koştu ve dedesinin boynuna sarıldı. Tam beklediği gibi dedesi ona
hediyeler getirmişti. Çok sevdiği çikolatar ve bazı resimli kitaplar. Hasan
Dede torununun bu neşeli halini çok seviyordu. Şöyle dedi;
Hasan
Dede: Bugün şehir dışında küçük bir işim var,
benimle birlikte gelmek ister misin? Hem sen de gezmiş olursun? Orhan sevinçle
kabul etti ve hemen yola çıktılar. Şehirden uzaklaşmaya başlamışlardı. Bu
sürpriz yolculuk Orhan’ın çok hoşuna gitmişti.
Orhan: Oh, ne güzel tertemiz hava, ciğerlerimiz bugün bu
mis gibi hava ile dolacak. Keşke oturduğumuz şehrin havası da hep böyle güzel
olsa!
Hasan
Dede: Bu biraz zor Orhan, çünkü
arabalardan çıkan egzos dumanı, özellikle kışın bacalardan çıkan dumanlar, bir
de ağaçların, bitkilerin az olması şehrin havasının temiz kalmasına engel olan
nedenlerdir.
Orhan: Dumanları anladım ama bitkilerin konuyla ilgisini
pek anlayamadım. Ağaçlar meyve veren ya da şehri güzelleştiren bitkiler değil
mi?
Hasan
Dede: Evet tüm bu söylediklerini ağaçlar
yapıyor, ama onların belki de bunlardan daha önemli olan özellikleri havayı
temizlemeleridir. Bitkiler diğer canlıların tam tersi bir biçimde nefes
alırlar. İnsanlar ve hayvanlar havadaki oksijeni alırlar, bunu vücutlarında
kullandıktan sonra kirlenen hava karbondioksit olarak dışarıya geri verilir. İşte
bitkiler bunun tersini yapar, havadaki karbondioksiti alıp, oksijeni havaya
geri verirler. Böylece temizlik işlemi gerçekleşmiş olur.
Bitkilerin başka
mucizevi özellikleri de var ve bunların hepsini yaratan, üstün akıl sahibi
Allah’tır Orhan. İstersen sana bitkiler hakkında bildiklerimi anlatabilirim.
Orhan: Tabi ki dedecim, kulaklarımı açtım, seni
dinliyorum!
Hasan
Dede: Bitkilerin nefes alması
fotosentez işlemiyle gerçekleşir.
Orhan: Fotosentez ne demek?
Hasan
Dede: Senin merakını gidermeye
çalışacağım ama bu o kadar kolay olmayacak, çünkü bu konu çok zor ve
karmaşıktır. Bilim adamları hala fotosentez işlemini tam anlamıyla çözmeye
çalışıyorlar.
Orhan: Bilim adamlarının halen çözmeye çalıştığı bir işlemle
bitkiler hayatlarını sürdürüyorlar. Dahası işlem deyince insanın aklına
matematiksel işlemler, formüller geliyor. Biz bile matematik dersinde bazen
zorlanırken, bizim gibi bir zeka ve bedene sahip olmayan bitkilerin bunu
yapması bir mucize!
Hasan
Dede: Evet, bu kesinlikle bir
mucizedir. Bu kimyasal işlem, bitkiler tarafından ilk yaratıldıkları günden
beri hiç aksamaya uğramadan gerçekleştirilmektedir. Yeşillik olan her yerde,
güneş enerjisi kullanarak, karbondioksit ve sudan, şeker oluşturan bir fabrika
çalışıyor demektir. Yediğimiz ıspanak, salatamızdaki maydanoz, balkonumuzdaki
sarmaşık, biz farkında olmadan, bizim için sürekli üretim yapmaktadırlar. Bu,
üstün ilim sahibi Allah’ın tüm insanlara olan şefkatinin bir sonucudur. Allah,
bitkileri insanların ve tüm canlıların yararına hizmet edebilecekleri şekilde
yaratmıştır. İnsanın, bugünkü teknolojiyle bile kavrayamadığı bu kusursuz
sistemi yapraklar milyonlarca yıldır işletmektedirler. Allah, Kuran’ın bir
ayetinde, insanların bir tek ağacı bile yoktan var etmelerinin imkansız
olduğunu şöyle bildirir:
“(Onlar mı) Yoksa, gökleri
ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o suyla) gönül alıcı
bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir…”
(Neml Suresi, 60)
Orhan, bitkilerin
fotosentez denilen özel bir kimyasal işlemle nefes alabildiklerine çok
şaşırmıştı. Peki bu işlem nasıl yapılıyordu? O bunları düşünürken dedesi
anlatmaya devam etti:
Hasan
Dede: Şuursuz bitki hücreleri, toprağı, suyu, havayı ve
Güneş’i kullanarak, toprağın içinden belirli oranlarda mineralleri ve suyu
alarak, insan için besin üretirler. Güneş ışığından aldıkları enerji ile bu
malzemeleri parçalar, sonra parçaladıkları malzemeleri besinleri oluşturacak
şekilde biraraya getirirler. Burada kısaca özetlenen bu işlemin her aşamasında
ayrı bir akıl, şuur ve planlama görülür. Bitkilerdeki bu hayranlık uyandıran
sistem, ortaya koyduğu sonuçlarıyla, çok açıktır ki insanın faydası için özel
olarak tasarlanmış bir yaşam kaynağıdır.
Orhan: Peki yapraklar ne yapıyor?
Hasan
Dede: Hani okulda laboratuvarda
inceleme yaparken kullandığınız mikroskoplar var ya işte onların çok gelişmiş
olanlarıyla bir yaprağı yakından inceleyecek olursak, Allah’ın yaratma sanatı
bütün ihtişamıyla bir kez daha karşımıza çıkar! Tek bir yaprağın içinde
kusursuz bir üretim sistemi kurulmuştur. Bu sistemi daha iyi anlayabilmek için
yaprak içinde görev alan yapıları günlük hayatta kullandığımız aletlere
benzetebiliriz. Yaprağın detaylarını büyüterek incelediğimizde her an
faaliyette olan tüpler, özel işlemler için inşa edilmiş odalar, dev bir düdüklü
tencere gibi çalışan subaplar, binlerce işlemi kontrol eden sayısız düğme ve
hiç durmadan koşuşturan işçilerle dolu otomatik bir besin fabrikası ile
karşılaşırız. Daha dikkatli bakacak olursak, belirli noktalara yerleştirilmiş
zaman ayarlayıcılarını, termostatları, nem ölçerleri, geri bildiri sistemlerini
ve ısı kontrol mekanizmalarını da görebiliriz.
Orhan: Bunların
hepsinin minicik bir yaprakta biraraya gelmesi ve hiçbir aksaklık olmadan
çalışması harika!
Hasan
Dede: Bu mükemmel sistemi en
güzel şekilde yaratan Yüce Rabbimiz Allah’tır Orhan. Yeryüzündeki her yaprak
Allah’ın izniyle bu mükemmel sistemlerle ortaya çıkar. Bunu sakın unutma!
Orhan dedesinin
anlattıklarını dinlerken çok büyük bir ağaç gördü ve aklına bir soru geldi.
Ağaçların bu sorunu nasıl giderdiği ve yaşamını sürdürdüğünü merak etmeye
başladı. Hemen bu sorunu dedesine sordu;
Orhan: Dedeciğim, ağaçların boyu çok yüksek, topraktaki
su ve besinler nasıl oluyor da, yukarı çıkabiliyor? Baksana şu ağaç ne kadar da
yüksek ama en ucundaki yaprak yemyeşil?
Hasan
Dede: Hani az önce yaprakları bir
fabrikaya benzeterek anlatmıştım, yine aynı benzetmeyle devam edelim. Her
tarafı bir ağ gibi kaplamış olan boru hattı hammaddenin üretim birimlerine
ulaştırılmasını ve üretim birimlerinde elde edilen ürünün bitkinin dokularına
dağıtılmasını sağlar. Bu boru hattı bitkinin aldığı besini ve suyu yukarı doğru
çıkartırken, bir taraftan da yapraklarda üretilen şurubu bütün ağacın
beslenmesi için iç bölgelere doğru gönderir. Bu kanalların hepsi yalnızca
hayati sıvıları taşımakla kalmaz, aynı zamanda ağaçta ve yaprakta iskelet
görevi görürler. Bu harika bir tasarımdır. Çünkü insanlar tarafından inşa
edilen yapılarda, binaların taşıyıcı elemanları (kolonlar, kirişler vs) ve
binanın su tesisatı ayrı ayrı inşa edilirler. Bitkilerde bu iki ihtiyacın bir
kerede çözüldüğü harika bir tasarım vardır.
Orhan: Bu gerçekten muhteşem sistem! Aklıma bir şey
geldi. Sanki bitkilerin içinde gizli bir takvim ya da saat varmış gibi hiç
şaşırmadan hep aynı şekilde davranıyorlar. Örneğin hep ilkbaharda çiçek açıyor,
sonbaharda yaprak döküyorlar. Bu nasıl olur?
Hasan
Dede: Bilim adamları buna
biyolojik saat adını verirler. Bitkilerin bu zaman ayarlamalarını yapan
saatleri, güneş ışığının yapraklara düşme süresini de hesaplar. Her bitkinin
biyolojik saati bu süreyi bitkinin kendi yapısal özelliğine göre hesaplar.
Örneğin soya fasulyesi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, bu bitkilerin
ne zaman ekilirlerse ekilsinler her zaman yılın aynı zamanlarında çiçek
açtıkları görülmüş. Bitkilerin içindeki saati ayarlayan elbette üstün güç
sahibi Allah'tır.
Hasan Dede ve sevimli
torunu Orhan yolda gördükleri bir erik ağacının yanında durup, taze meyva yemek
istemişlerdi. Bahçe sahibinden izin alıp, erik topladılar, iyice yıkayıp yemeğe
başladılar. Gerçekten çok lezzetlilerdi. Hasan Dede şöyle dedi:
Hasan
Dede: Biliyor musun Orhan,
bitkilerin bize sağladığı enerji Güneş’ten aldığımız enerjidir.
Orhan: Nasıl, biz şimdi bu erikleri yerken Güneş mi
yiyoruz?
Hasan
Dede: Aslında Güneş'i yiyoruz ama
doğrudan değil dolaylı olarak. Bilindiği gibi yeryüzündeki yaşamın ana enerji
kaynağı Güneş’tir. Ancak insanlar ve hayvanlar, güneş enerjisini doğrudan
kullanamazlar, çünkü bünyelerinde bunun için gerekli sistemler yoktur. Peki
nasıl kullanırlar biliyor musunuz? Güneş enerjisi ancak bitkilerin ürettiği
besinler aracılığıyla, kullanılabilir enerji olarak insanlara ve hayvanlara
ulaşır. Kullandığımız enerji, gerçekte bitkiler aracılığıyla bize taşınan güneş
enerjisidir. Örneğin çayımızı yudumlarken aslında güneş enerjisi yudumlarız,
ekmek yerken dişlerimizin arasında bir miktar güneş enerjisi vardır.
Kaslarımızdaki kuvvet gerçekte güneş enerjisinin değişmiş halidir. Biz de bu
enerji sayesinde koşup oynayabiliriz. Peki bitkiler bunu nasıl başarır?
Bitkiler güneş
enerjisini bizim için karmaşık işlemler yaparak bünyelerine depolamışlardır.
Bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretebilmelerini ve diğer canlılardan
ayrıcalıklı olmalarını sağlayan ise, hücrelerinde insan ve hayvan hücrelerinden
farklı olarak güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapıların bulunmasıdır.
Bitkiler bu yapıların yardımıyla, Güneş'ten gelen enerjiyi, insanlar ve
hayvanlar tarafından besin yoluyla alınacak enerjiye çevirirler ve formülü saklı olan çok özel işlemlerle, besinlere bu
enerjiyi depolarlar.
Orhan: Allah herşeyi insanların yararına yaratmış, ne
güzel!
Hasan
Dede: İşte bütün bunları düşünüp bize bu kadar çok
nimeti veren Rabbimiz’e şükretmeliyiz. Allah bize şükretmemiz gerektiğini şöyle
bildirmiştir:
“Onun ürünlerinden ve kendi
ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı?” (Yasin
Suresi, 35 )
Orhan’ın en sevdiği ders
fen bilgisiydi. Birden aklına yaptıkları bir deney geldi, dedesine dönüp;
Orhan: Dede biliyor musun, okulda bir deney yaptık.
Öğretmenimiz bize bir ödev verdi. Bu ödevde bir pamuk parçasının içine bir
fasulye sakladık, güneş görebileceği bir yere koyup birkaç gün suladık. Ne oldu
bil bakalım?
Hasan
Dede: İçinden fasulye bitkisi çıktı, değil mi? Okulda
çok basit bir doğa olayı olarak anlatılan bu konuyu biraz düşünelim. Aslında
burada bir mucize ile karşı karşıyayız. Sihirbazlık gösterilerinde boş bir
şapkanın içinden tavşan çıkar ya,
pamuğun ya da toprağın içinden bir bitkinin çıkması da buna benzer.
Sihirbaz gözlerimizi aldatır ama minicik bir tohumun içinden çıkan bitki
kimseyi aldatamaz. Bütün bitkileri minicik kutularından çıkaran üstün ilim
sahibi Rabbimiz bize böyle bir mucize ile, hiçbir canlının tesadüfen
varolmadığını açıkça göstermektedir. Canlıların tesadüfen varolduğunu
söyleyenler de ancak kendilerini aldatırlar değil mi Orhan?
Orhan: Evet dedeciğim.
Hasan
Dede: Minik tohumun filizlerinden
bir kısmı toprağın derinliklerine iner, bir kısmı da yukarıya doğru çıkar.
Toprak oldukça sert ve sıkıdır, her iki yöne de hareket etmesi çok zordur.
Bizim gibi akıl ve şuur sahibi olmayan minicik filizlerin bunları nasıl
başardığı gerçekten bir mucizedir.
Orhan: Eğer tam tersi olsaydı, yani toprağın altına
koyduğumuz bir tohum filiz vermeseydi ne olurdu bir düşünsenize! O zaman
hepimiz çok büyük bir yiyecek sıkıntısı çekerdik. İnsanlar ve hayvanlar yiyecek
bir şey bulamadıkları için yavaş yavaş ölürlerdi!
Hasan
Dede: Allah bizi şöyle uyarıyor
Orhan:
“Şimdi ekmekte olduğunuz
(tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz?
Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle
şaşar-kalırdınız.” (Vakıa Suresi, 63-65)
Orhan dedesinin yol
buyunca kendisine anlattıklarını düşünmeye başlamıştı. Dedesine düşüncelerini
anlattı:
Orhan: Bitkiler hayatımızın devamı için ne kadar da
önemliymiş. Soluduğumuz havayı temizliyorlar, karnımızı doyurup enerji
veriyorlar, hepsi birbirinden lezzetli sebze ve meyveleri bizim için
üretiyorlar, çevremizi güzelleştiriyorlar. Baksana dışarıda ne kadar çok
çeşitte ağaçlar, çiçekler, meyveler, ekinler var.
Hasan
Dede: Bitkilerin yararlarıyla
ilgili senin unuttuğun bir nimetini Kuran’da Allah şöyle haber vermektedir;
“Ki O, size yeşil ağaçtan
bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz.” (Yasin Suresi, 80)
Orhan: Evet nasıl da unutmuşum, ağaçlar odun haline
getirilip yakılıyor, biz de ısınıyoruz. Kitaplar, defterler, gazeteler kısaca
kağıdın hammaddesi ağaçlar, ateş yakmamızı sağlayan kibritler, üzerinde
oturduğumuz koltuk, çalışma masamız, kapılar, pencereler...
Hasan
Dede: Bitkilerin yararlarının
yanı sıra çok ilginç özellikleri de vardır. Orta ve Güney Amerika’da yetişen
bir asma bitkisi, siyah ve yeşil tırtıllar ile kırmızı kelebekler için çok
ideal ve çekici bir yiyecek türüdür. Bu böcekler, yavrularının yumurtadan çıkar
çıkmaz bu lezzetli yiyecekle beslenebilmeleri için, yumurtalarını asma
bitkisinin yaprakları üzerine bırakırlar. Yalnız burada çok önemli bir nokta
vardır. Bu kelebekler yumurtalarını bırakmadan önce asmanın yapraklarını iyice
kontrol ederler. Eğer bir başka hayvan yumurtalarını yerleştirmişse, aynı
bitkinin yapraklarından birden fazla ailenin bireylerinin beslenmesi zor
olacağından, orayı tercih etmez ve boş olan başka yaprakları ararlar.
Asma bitkisi de,
yapraklarının üst kısımlarında, yeşil yumrucuklar oluştururlar. Bazı türleri
ise, yaprağın altında bulunan, dal ile birleşme yeri üzerinde, kelebeklerin
yumurtalarına benzer renkte lekecikler meydana getirirler. Bunu gören tırtıl ve
kelebekler, başka böceklerin kendilerinden evvel bu yaprakların üzerine
yumurtladıklarını zannederler ve bitkiye yumurtlamaktan vazgeçerek, kendilerine
yeni yapraklar aramaya başlarlar.
Orhan: Mükemmel bir savunma!
Hasan
Dede: Evet, bu bitkiye kendisini
nasıl savunacağını öğreten üstün ilim sahibi Allah’tır Orhan, bunu sakın unutma
olur mu?
OSMAN DEDE İLE TORUNU
Tahsin okuldan eve
dönünce hemen dedesinin yanına koştu ve aklına takılan soruyu sordu.
Tahsin: Dedeciğim, sana bir şey soracağım.
Osman
Dede: Sor bakalım Tahsin.
Tahsin: Dedeciğim,
otobüste gelirken bir teyze yanındaki arkadaşına sabrın çok önemli olduğunu,
gerçek sabrın Kuran'a göre olması gerektiğini anlatıyordu. Bu ne demek acaba
dede, anlatabilir misin?
Osman
Dede: İnsanların çoğu sabrın gerçek anlamını, gerçekten
sabırlı bir insanın nasıl davranması gerektiğini bilmez yavrum. Bu kimseler
arasında sabır, daha çok insanın hayatı boyunca karşılaştığı zorluk ve
sıkıntılara göğüs germesi, bunlara katlanması ve tahammül etmesi olarak
algılanır. Oysa Allah’ın Kuran'da öğrettiği gerçek sabır bu tahammül
anlayışından çok farklıdır.
Tahsin: Peki
Kuran’daki sabrın kaynağı nedir dede?
Osman
Dede: Tahsinciğim biliyorsun,
Allah'ın rızasını, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmanın yolu, Allah’ın Kuran'da
bildirdiği emir ve yasakları eksiksizce uygulamaktır. Allah kullarından,
hayatlarının sonuna kadar hiçbir gevşeklik göstermeden Kuran ahlakını
yaşamalarını istemiştir. İşte müminlerin Allah'ın bu emrini her ne olursa olsun
taviz vermeden yerine getirebilmelerinin sırrı da, imanın kazandırdığı üstün
bir özellik olan "sabır"da gizlidir. Sabrın gerçek anlamını öğrenen
bir insan Allah'ın kendisinden istediği her tavırda ve her ibadette süreklilik
gösterebilir. İman eden bir insan Allah'ın ilminin ve aklının tüm varlıkları
sarıp kuşattığını, tek bir şeyin dahi Allah'ın izni olmaksızın
gerçekleşmediğini ve tüm olayların ardında Allah'ın yarattığı sayısız hayır ve
hikmetin olduğunu bilir.
Tahsin: O halde insanın başına gelen hiçbir şeye
üzülmemesi ve hep sabretmesi gerekir?
Osman
Dede: Çok doğru Tahsin. Allah
iman edenlerin dostu, velisi ve yardımcısıdır. Dolayısıyla ilk bakışta farklı
görünse bile gerçekleşen tüm olaylar inananların iyiliği içindir. Bu nedenle
sabır göstermek, mümin için zorlanarak yaşanan bir ahlak özelliği değil, aksine
gönül rızasıyla ve hoşnutlukla yaşanan, zevk alınan bir ibadettir. Müminler,
başlarına ne gelirse gelsin bunu
yaratanın Allah olduğunu ve bunun mutlaka kendileri için bir hayra vesile
olacağını bilirler. Allah'ın kendileri için en güzel kaderi belirlediğini
bildikleri için karşılaştıkları her olaya gönülden razı olur ve hoşnutlukla
tevekkül ederler. Allah bir ayette şöyle buyurur: "Ki onlar, sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir."
(Ankebut Suresi, 59)
Tahsin: O halde iman eden kimsenin sabrının tükenmesi
mümkün değildir. Otobüste gördüğüm teyzenin söylediklerini şimdi daha iyi
anlıyorum.
Osman
Dede: Evet yavrum. İnananlar,
sabrı Allah'ın bir emri olarak yaşarlar ve bu nedenle de hiçbir zaman onların
sabırlarında tükenme gibi bir durum söz konusu olmaz. Hayatlarının sonuna kadar
bu ibadeti şevk ve heyecanla yerine getirirler.
Tahsin: Şimdi sabrın önemini ve inananların sabrının Allah’ın izniyle hiç
tükenmeyeceğini çok iyi anladım dedeciğim, teşekkür ederim.
BİZİM SINIF
Öğretmen: Günaydın çocuklar.
Öğrenciler: Günaydın öğretmenim.
Öğretmen: Tatiliniz nasıl geçti çocuklar?
Öğrenciler: Çok iyi geçti öğretmenim. Bol bol kartopu
oynadık, kardan adam yaptık.
Öğretmen: Hafta sonu tatilinde karın tadını çıkardınız
anlaşılan.
Öğrenciler: Evet öğretmenim, çok eğlendik
Öğretmen: Çocuklar, bugün gelmeyen arkadaşlarınız var
gördüğüm kadarıyla.
Öğrenciler: Evet öğretmenim, Ali ile Ayşe bugün gelmediler.
Öğretmen: Peki neden gelmediklerini biliyor musunuz?
Öğrenciler: Hasta olmuşlar öğretmenim, evde yatıyorlarmış.
Öğretmen:
Demek ki karda fazla oynadılar.
Öğrenciler: Öğretmenim biz de karda oynadık, biz de hasta
olacak mıyız?
Öğretmen: Çocuklar, eğer kendinize dikkat etmez, uzun süre
soğukta kalırsanız siz de her an hasta olabilirsiniz.
Öğrenciler: Öğretmenim, peki kar neden insanı hasta ediyor?
Halbuki biz kar yağdığında çok seviniyoruz. Karda oynamak çok hoşumuza gidiyor.
Öğretmen: Çocuklar, insanın hasta olmasının sebebi vücuda
giren mikroplardır. Bildiğiniz gibi mikroplar gözle görülemeyen canlılardır. Bunlar
vücudumuza girip bize zarar vermeye çalışırlar. Eğer temizliğimize dikkat
etmez, ellerimizi yıkamadan yemek yersek bunlar vücudumuza girip yerleşirler.
Öğrenciler: Öğretmenim mikrop vücudumuza girince hemen
hastalanır mıyız?
Öğretmen: Hayır çocuklar her zaman hastalanmayız. Allah
bizi yaratırken mikroplara karşı savaşması için vücudumuza mükemmel bir savunma
sistemi yerleştirmiştir. Biz hiç farkında olamadan savunma sisteminin
elemanları tıpkı bir ordu gibi vücudumuzu korurlar. Oldukça karmaşık olan savunma
sisteminin her elemanı kendisine düşen görevi mükemmel şekilde yerine getirir.
Öğrenciler: Peki öğretmenim biz niçin hastalanırız? Savunma
sistemimiz görevini yapmadığı için mi?
Öğretmen: Hayır çocuklar normal bir insanda savunma sistemi
her zaman faaliyet halindedir. Biz hiç farkında olmadan savunma sistemimiz
mikroplara karşı büyük bir savaş verir. Öncelikle mikropların vücudumuza girip
yerleşmesini engellemeye çalışır. Eğer mikroplar vücudumuza girmişlerse bunları
hemen yok eder.
Öğrenciler: Peki o zaman neden hasta oluruz öğretmenim?
Öğretmen: İşte çocuklar, eğer soğukta uzun süre kalırsak, beslenmemize dikkat
etmezsek vücudumuz güçsüz düşer. Böyle olunca savunma sistemimiz de
güçsüzleşir. Yok edilemeyen mikroplar çoğalarak hemen vücudumuzda yayılmaya
başlarlar.
Öğrenciler: Peki öğretmenim, böyle olunca mikroplar hemen
bütün vücudumuzu ele geçirirler mi?
Öğretmen: Hayır çocuklar. Bu durumda savunma sistemimiz
mikroplara karşı daha büyük bir savaş başlatır. İşte vücudumuzda gerçekleşen bu
büyük savaş nedeniyle ateşimiz yükselir, halsizleşiriz, eklem yerlerimiz
ağrımaya başlar.
Öğrenciler: Evet öğretmenim, böyle olunca yataktan
kalkamayacak hale geliriz.
Öğretmen: Tabii bu durumda yapmamız gereken en önemli şey
yatıp dinlenmektir. Eğer böyle yaparsak ve aynı zamanda ilaçlarımızı alıp
beslenmemize dikkat edersek savunma sistemimizi güçlendirerek ona yardımcı
olmuş oluruz. Böylece onlar mikroplara karşı savaşta güçlü duruma gelirler ve
kısa sürede onları yenerek vücudumuzdan atarlar. Böylece biz de sağlığımıza
kavuşmuş oluruz.
Öğrenciler: Öğretmenim, niye hastalandığımızı şimdi çok daha
iyi anladık. Bundan sonra kendimize çok dikkat edeceğiz.
Öğretmen: Evet çocuklar, Allah’ın bizi yaratırken
vücudumuza böyle bir savunma sistemi yerleştirmesi çok büyük bir nimet. Bunun
için Allah’a çokça şükretmeliyiz. Allah’ın bize verdiği sağlığı kaybetmemek
için kendimize çok dikkat etmeliyiz.
EK BÖLÜM:
EVRİM YALANI
EVRİM YALANI
Kitabın bu bölümünde Allah'ın varlığını
kabul etmeyen, "herşey kendi kendine oluştu" diye mantık dışı
iddialar öne süren evrimcilerden söz edeceğiz. Bu insanlar hep yalan söyleyerek
insanları yanıltmaya çalışırlar.
Ancak bir insan yalan söylediğinde yalanı
bir süre sonra ortaya çıkar. Eğer karşısındaki akıllı biriyse onun yalan
söylediğini hemen anlar. Evrimciler de yalan söyledikleri için bir sürü açık
vermektedirler. İlerleyen sayfalarda onların söylediklerinin ne kadar mantıksız
olduğunu, yalanlarının nasıl ortaya çıktığını hep birlikte göreceğiz…
EVRİM TEORİSİ NEDİR?
Allah'ın varlığına inanmayan insanların
öne sürdükleri sapkın iddialardan biri "evrim teorisi" dir. Evrim
teorisini ortaya atan kişi, günümüzden yaklaşık 150 yıl önce yaşamış olan
Charles Darwin'dir. Darwin'in mantık dışı teorisine göre, herşey tesadüfen ve
kendi kendine meydana gelmişti. Darwin farklı canlı türlerinin değişerek
birbirlerine dönüştüklerini ve böyle meydana geldiklerini zannediyordu. Örneğin
Darwin'e göre balıklar bir gün tesadüfen bir sürüngene dönüşmüşlerdi. Bir gün
bir tesadüf daha olmuş ve bir sürüngen uçmaya başlamış böylece kuşlar oluşmuştu.
İnsanlar ise maymunlardan oluşmuşlardı. Yani Darwin'e göre insanın atası bir
maymundu. Elbette bunların hiçbiri doğru değildir. Tek doğru ve gerçek olan
evreni, dünyayı, tüm canlıları ve bizi Allah'ın yarattığıdır. Başta Darwin olmak
üzere bunun aksini iddia edenler ise büyük bir yalan söylemektedirler. Gelin,
Darwin'in ortaya attığı yalanın ne kadar saçma olduğunu daha yakından
inceleyelim.
Canlı ve cansız tüm maddeleri oluşturan en
küçük parça atomlardır. Bu, çevrenizdeki herşey gibi sizin de aslında
milyonlarca atomun biraraya gelmesinden oluşuyor olmanız demektir.
Evrimciler, yani Darwin'e inananlar ise
atomların kendi kendilerine tesadüfen karar alıp, biraraya geldiklerini ve
böylece canlıları oluşturduklarını söylerler. Bu akıl dışı inanışa göre bir gün
şiddetli bir rüzgar veya bir kasırga çıktı ve bu atomlar yanyana gelip birleştiler.
Darwin'in yalanına göre sonra bu atomlar birleşerek hücreleri oluşturdular.
Biliyorsunuz ki her canlı hücrelerden oluşur. Hücreler de biraraya gelerek
bizim gözlerimizi, kulaklarımızı, kanımızı, kalbimizi kısacası bütün vücudumuzu
meydana getirirler.
Ancak şunu unutmamak gerekir ki, hücreler
çok karmaşıklardır. Bir hücrenin içinde yüzlerce farklı küçük organel vardır.
Hücreyi çok büyük bir fabrikaya benzetebiliriz. Malzeme üretenler, üretilen
malzemeleri taşıyan araçlar, giriş ve çıkış kapıları, üretim merkezleri, mesaj
getirip götürenler, enerji merkezleri… Peki bir fabrikanın taşların, toprağın,
suyun tesadüfler sonucunda biraraya gelmesiyle, örneğin çıkan bir fırtınadan
sonra, kendi kendine meydana gelmesi mümkün müdür? Tabi ki hayır. Herkes böyle
bir iddiaya güler. Ama evrimciler "hücre tesadüfen oluştu" diyerek en
az bunun kadar saçma bir şey söylemiş olurlar.
Öyle ise
evrimcilere bir deney yaptıralım!
Evrimciler büyük bir varil alsınlar. Bu
varilin içine istedikleri bütün atomları koysunlar. Bundan başka varilin içine
ne koymak istiyorlarsa eklesinler. Bir canlının oluşması için gereken bütün
malzemeleri doldursunlar. Sonra da bu varili isterlerse ısıtsınlar, isterlerse
elektrik versinler. Ne istiyorlarsa yapmaları serbest olsun. Milyarlarca yıl da
varilin başında nöbet tutsunlar. (Ömürleri yetmeyeceği için bu nöbeti nesilden
nesile devredebilirler).
Bunun sonucunda ne olur?
Sizce bu varilin içinden kuzular, menekşeler,
kirazlar, tavşanlar, arılar, karpuzlar, kediler, köpekler, sincaplar, güller,
erikler, çilekler, balıklar, filler, zürafalar, aslanlar çıkar mı? Bu varilin
içinden sizin gibi düşünen, sevinen, heyecanlanan, müzik duyunca hoşuna giden,
kitap okuyabilen, ailesini arkadaşlarını seven bir insan çıkabilir mi? Elbette
çıkamaz. O varilin içinden varilin başında bekleyen evrimci profesörlerden tek
biri bile çıkamaz. Hatta değil bir profesör, o profesörün trilyonlarca
hücresinden tek bir tanesi bile çıkamaz.
Atomlar cansızdır. Cansız maddeler birleşip
canlı, gülen, sevinen, düşünen bir varlık oluşturamazlar. O varilin içinden
canlı hiçbir varlık çıkmaz. Bu imkansızdır. Çünkü canlılar cansız maddelerin
tesadüfen biraraya gelmeleriyle oluşamaz. Canlıları Allah yaratmıştır. Hiçbir şey
yokken, Allah insanı, dağları, gölleri, kuzuları, aslanları, çiçekleri ,etrafımızda
gördüğümüz veya göremediğimiz tüm varlıkları yoktan yaratmıştır.
EVRİMCİLERE GÖRE CANLILAR NASIL EVRİMLEŞİRLER?
Tüm canlı türlerini Allah yaratmıştır ve
hiçbir canlının bir diğerinden türemesi mümkün değildir. Çünkü her canlı türü
çok farklı özelliklere sahiptir. Kuşlarla, kediler birbirlerine benzemezler ya
da atlarla balıklar, kaplanlarla kelebekler...
Evrim teorisinin yalanlarına göreyse, canlılar
zamanla evrimleşmiş, yani gelişip farklı özellikler kazanarak başka bir canlıya
dönüşmüşlerdir. Örnek olarak kuşlar hakkında evrimcilerin masallarına bir göz
atalım. Kaplumbağaları, kertenkeleleri, yılanları kısacası sürüngenleri hepiniz
tanırsınız. Bu canlı türü evrimcilere göre tesadüfen değişmiş ve kuşlara dönüşmüştür.
Evrimciler işte böyle saçma bir iddiaya inanırlar. Peki sürüngenleri etkilediğini
ve değişmelerini sağladığını iddia ettikleri olaylar nelerdir?
Evrimciler "mutasyon" ve
"doğal seleksiyon" adını verdikleri iki ayrı olayın birarada meydana
gelmesiyle evrimin gerçekleştiğine inanırlar. Ancak bu çok mantıksız bir inançtır
ve bilimsel hiçbir delili yoktur. Neden mi? Birlikte inceleyelim.
Doğal
Seleksiyon Nedir?
Doğal seleksiyonun en basit anlamı şudur:
Canlılar arasında güçlü olanlar yaşamlarını devam ettirebilirler, güçsüzler ise
hemen yok olurlar. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Sık sık vahşi hayvanların
saldırdığı bir geyik sürüsü düşünün. Bu durumda geyikler hızla kaçacaklardır ve
en hızlı koşan, en çevik geyiklerse kurtulacaklardır. Zaman içerisinde zayıf ve
çelimsiz geyikler hep vahşi hayvanlar tarafından avlandıkları için tamamen
ortadan kaybolacaklardır. Geriye sadece sağlıklı ve güçlü geyikler kalacaktır.
Sonuç olarak geyik sürüsü bir süre sonra hep güçlü geyiklerden oluşacaktır.
Buraya kadar anlatılanlar doğrudur. Fakat
bunun evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Buna rağmen evrimciler, "bu geyik
sürüsü gelişe gelişe sonunda başka bir canlıya dönüşür; örneğin geyikler zürafa
olur" demektedirler. İşte bu yanlıştır. Çünkü hiçbir geyik daha hızlı koştuğu
için başka bir canlıya örneğin bir aslana veya bir zürafaya dönüşemez. Böyle
bir şey sadece masallarda olur.
Hepiniz kurbağa prens masalını bilirsiniz.
Bir masalda bir kurbağa prense dönüşebilir. Ama gerçek yaşamda bir geyiğin
aslana veya başka bir canlıya dönüşmesi tabi ki imkansızdır. Ne var ki
evrimciler, böyle bir masala inanırlar.
Mutasyon ne
demektir?
Mutasyon bir canlının vücudunda meydana
gelen olumsuz yöndeki değişikliklerdir. Mutasyonlar radyasyon, kimyasal
maddeler gibi etkenlerle oluşur. Radyasyonun veya kimyasal maddelerin canlılar
üzerindeki etkileri her zaman zararlıdır. Örneğin günümüzden yaklaşık 55 yıl
önce II. Dünya Savaşı'nda Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atılmıştı.
Atom bombası, atıldığı yerin çevresine radyasyon yaydı ve bu, insanlara çok
büyük zararlar verdi. İnsanların birçoğunun ölmesine veya ciddi şekilde
hastalanmalarına neden oldu. Hatta insanların vücutlarındaki bazı sistemleri
bozduğu için bu insanların ileride doğan çocukları da hasta veya sakat doğdular.
Buna benzer bir olay 1986 yılında da
Rusya'nın Çernobil kentinde gerçekleşti. Çernobil'de bir nükleer santralda
patlama meydana gelmiş ve bu yüzden tüm kente ve çevresine radyasyon yayılmıştı.
Aynı Japonya'da olduğu gibi, orada yaşayan insanlar ve onların sonradan doğan
çocukları, radyasyonun sebep olduğu mutasyonlar nedeniyle sakat kaldılar veya
öldüler.
İşte evrimciler böyle zararlı bir olay
hakkında şunları iddia ederler: Örneğin bir balık bir gün bir mutasyon geçirir
yani Japonya'daki insanlar gibi radyasyon benzeri bir olayla karşılaşır. Bu
mutasyon sonucunda balığın vücudunda bazı değişiklikler olur ve balık bir gün
karşınıza timsah olarak çıkar. Elbette bu çok saçma bir iddiadır. Çünkü yukarıda
da bahsettiğimiz gibi mutasyonlar canlılara hemen her zaman zarar verirler.
Onları ya sakat bırakır ya da hasta ederler. Eğer mutasyonlar faydalı olsalardı,
Çernobil'de radyasyon sızıntısı olduğunda evrimleşip daha gelişmiş bir canlı
olmak için herkes oraya giderdi. Halbuki herkes Çernobil'den kaçmıştır. Üstelik
Çernobil'in olumsuz etkileri hala sürmektedir.
Evrimcilerin bu iddiasını şöyle bir örneğe
benzetebiliriz. Elinize bir balta alsanız ve renksiz bir televizyona vurmaya başlasanız,
bu televizyonu renkli bir televizyona dönüştürebilir misiniz? Elbette ki hayır.
Baltayla televizyona rastgele vurduğunuzda paramparça olmuş bir televizyonunuz
olur. İşte aynı, baltayla rastgele vurmak gibi, mutasyonlar da canlılara sadece
zarar verirler. Yani evrimcilerin söyledikleri gibi bir canlıyı daha iyi duruma
getirmezler.
EVRİMCİLERİN BİR TÜRLÜ BULAMADIKLARI FOSİLLER
Bazı canlılar öldükleri zaman arkalarında
izlerini bırakırlar ve bu izleri yani kalıntıları milyonlarca yıl hiç
bozulmadan kalabilir. Ancak bunun olabilmesi için o canlının hava ile temasının
aniden kesilmesi gerekir. Örneğin bir kuş yerde dururken üzerine aniden bir kum
yığını gelse ve orada kuş ölse, bu kuşun kalıntıları günümüze kadar gelebilir.
Veya ağaçlardan akan amber denen sıvılar vardır. Bazen bu amber bir böceğin
üzerine akar ve böcek bu amberin içinde ölür. Böylece sertleşerek milyonlarca yıl
hiç bozulmadan günümüze kadar gelebilir. Biz de böylece çok eskiden yaşamış
olan canlılar hakkında bilgi edinebiliriz. İşte canlılardan kalan bu kalıntılara
"fosil" denir.
"Ara
tür" fosilleri ne demektir?
Evrimcilerin uydurdukları yalanların en
önemlilerinden biri ara türlerdir. Bazı evrimci kitaplarda ara türlere
"ara geçiş formu" da denilir. Evrimciler bildiğiniz gibi canlıların
birbirlerinden meydana geldiklerini söylerler. Yani onların saçma iddialarına
göre ilk canlı tesadüfen meydana gelmiştir. Sonra zaman içinde o canlı başka
bir canlıya, o da başka birine dönüşmüş ve bu böylece sürmüştür. Örneğin
evrimcilere göre balıklar deniz yıldızları gibi canlılardan türemişlerdir. Yani
bir deniz yıldızı bir gün mutasyonlar sonucunda önce bir kolunu kaybetmiştir,
sonra milyonlarca yıl içinde diğer kollarını kaybetmiş ve bu kollarının kimi
kendiliğinden yüzgece dönüşmüştür. Bu arada yine bir deniz yıldızının balığa
dönüşmesi için gerekli olan değişiklikler meydana gelmiştir. (Böyle bir şeyin
olması asla mümkün değildir ama biz bu iddianın ne kadar saçma olduğunun anlaşılması
için bu şekilde anlatıyoruz.) Dolayısıyla evrimci masala göre, bir deniz yıldızı
balığa dönüşürken birçok geçiş aşaması yaşamalıdır.
İşte aradaki geçiş aşaması olan bu hayali
canlılara evrimde ara tür denir. Yine evrimin mantıksız iddialarına göre bunların
hep yarım organlı canlılar olması lazımdır. Örneğin bir balık bir sürüngene
dönüşürken arada oluşan türlerin yarım ayakları, yarım yüzgeçleri, yarım akciğerleri,
yarım solungaçları olması gerekir. Unutulmamalıdır ki geçmişte böyle garip canlılar
yaşadılarsa bizim onların kalıntılarını yani fosillerini mutlaka bulmamız
gerekir. Ancak ne ilginçtir ki, bugüne kadar evrimcilerin var olduğunu iddia
ettikleri bu ara tür fosillerinden hiç bulunamamıştır.
Bugüne kadar yeryüzünde pek çok fosil
bulunmuştur ama bunların hiçbiri evrimcilerin iddia ettikleri "ara
tür"lerden değildir. Bu da bize şunu göstermektedir: Canlılar
birbirlerinden türememişlerdir. Hepsi eksiksiz ve kusursuz bir biçimde, bugünkü
yaşayan örneklerinden hiçbir farkları ve eksiklikleri olmadan bir anda oluşmuşlardır.
Yani hepsini Allah yaratmıştır.
KAMBRİYEN DÖNEMİNDE NELER OLDU?
En eski canlı fosilleri, Kambriyen dönemi
olarak bilinen ve günümüzden tam 500 milyon yıl önce yaşanan bir dönemden
kalmadır. Bunlar salyangoz, solucan ve deniz yıldızı gibi canlılara aittir.
Kambriyen döneminde yaşamış olan canlılar da bize evrim teorisinin yanlış olduğunu
gösteren delillerdendir. Nasıl mı?
Kambriyen dönemindeki bu canlılar da diğer
tüm canlılar gibi birdenbire ortaya çıkmışlardır. Bu canlıların birdenbire
ortaya çıkmaları Allah'ın onları bir anda yarattıklarını gösterir. Eğer
evrimcilerin iddia ettikleri gibi olsaydı, bu canlıların da, kendilerinden daha
ilkel atalardan yavaş yavaş evrimleşerek o hale gelmiş olmaları gerekirdi.
Fakat, bu canlıların kendilerinden önce yaşamış hiçbir ataları, ara geçiş
türleri yoktur. Fosil kayıtlarında böyle canlılara hiç rastlanmamıştır.
Fosiller bize göstermektedir ki Kambriyen döneminde ortaya çıkan bu canlılar,
tüm diğer canlılar gibi birdenbire ve eksiksiz olarak ortaya çıkmışlardır. Bu
da, onları Allah'ın yarattığının en açık delilidir.
Ayrıca Kambriyen döneminde yaşamış olan bu
canlıların çok önemli özellikleri vardı. Örneğin o dönemde yaşayan ama sonra
soyu tükendiği için bugün bizim göremediğimiz Trilobit isimli canlının çok
karmaşık ve mükemmel yapıda gözleri vardı. Trilobit gözü yüzlerce petekten oluşuyordu
ve bu yüzlerce petek onun çok iyi görmesini sağlıyordu. Böyle mükemmel
organlara sahip canlıların ise, tesadüflerin yardımı ile kendiliğinden ortaya çıkmasının
mümkün olmayacağı açıktır.
BALIKLARIN SÜRÜNGENE DÖNÜŞTÜKLERİ YALANI
Evrimciler, sürüngenlerin balıklardan oluştuklarını
söylerler. Onlara göre balıklar bir gün denizlerde yiyecek azalınca karaya çıkmaya
karar vermişler ve sonra karada yaşayabilmek için sürüngenlere dönüşmüşlerdir.
Gördüğünüz gibi bu çok komik bir iddiadır. Çünkü karaya çıkan bir balığa ne
olacağını herkes çok iyi bilir: Balık ölür!
Siz hiç balık tutmaya gitmiş miydiniz? Bir
düşünün! Bir balık oltanıza takılsa, sonra onu alıp kurtarsanız ve evinizin
bahçesine koysanız ne olur? Biraz önce de söylediğimiz gibi bu balık kısa
sürede ölür. Bir gün çok balık tutsanız ve bunların hepsini bahçenize götürüp
koysanız ne olur? Değişen bir şey olmaz ve tüm balıklar ölür.
İşte evrimciler bunu kabul etmezler.
Derler ki bu balıklardan biri bahçede ölümü beklerken aniden değişime uğradı ve
bir sürüngen oldu ve yaşamaya devam etti! Asla böyle bir şey mümkün değildir!
Çünkü bir balığın karada yaşayan
hayvanlardan çok farkı vardır ve bunların hiçbiri tesadüfen bir anda oluşamaz.
Bir balığın karada yaşamak için ihtiyaç duyacağı şeylerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
1. Balıklar suda yaşadıkları için
solungaçları ile nefes alıp verirler. Ancak karada solungaçları ile yaşayamaz
ve ölürler. Bunun için bir akciğere sahip olmaları gerekir. Peki diyelim ki bir
balık karaya çıkmaya karar verdi. Kendisine bir akciğer nereden bulacaktır?
Üstelik akciğer gibi bir organın varlığından haberi bile yoktur.
2. Balıkların bizim gibi bir böbrek
sistemleri yoktur. Ancak karada yaşayabilmeleri için böyle bir sisteme
ihtiyaçları vardır. Karaya çıkmaya karar verdiğinde, balığın bir yerlerden
kendine bir de böbrek bulamayacağı çok açıktır.
3. Balıkların ayakları yoktur. Bu yüzden
karaya çıktıklarında yürüyemezler. Acaba karaya çıkmayı ilk başaran balık bu
ayağı nasıl bulmuştur? Böyle bir şey imkansız olduğuna göre evrimcilerin bu
konuda da yalan söyledikleri ortaya çıkmaktadır.
Bunlar bir balığın karada yaşayabilmesi
için sahip olması gereken yüzlerce özellikten sadece üç tanesidir.
Coelecanth
isimli balık hakkında
Evrimciler yıllarca Coelecanth (sölekant)
isimli bir balığı karaya çıkmak üzere olan bir ara tür olarak tanıttılar. Bütün
kitaplarında, dergilerinde bu balığı evrimin delili gibi gösterdiler.
Coelecanth'ın soyu tükenmiş bir balık olduğunu yani günümüzde yaşamadığını
zannediyorlardı. Bu yüzden bu balığın fosiline bakarak bir sürü yalan
uydurdular.
Ancak bir gün bir balıkçı denizde avlanırken
bu balıktan yakaladı. Sonra bu balıktan birçok kez daha yakalandı. Ve görüldü
ki Coelecanth normal bir balıktı. Hiç de evrimci masallarında iddia edildiği
gibi karaya çıkmaya hazırlanmıyordu. Evrimciler Coelacanth'ın fosiline bakıp
"bu balık sığ sularda yüzüyordu, yani karaya çok yakındı, neredeyse karaya
çıkacaktı" demekteydiler. Halbuki Coelecanth, sığ sularda değil, çok derin
sularda yaşıyordu. Yani Coelecanth evrimcilerin söylediği gibi bir ara tür değildi.
Günümüzde de yaşayan gerçek bir balıktı. Evrimcilerin bunun gibi daha birçok
yalanları da ortaya çıkmıştır.
KUŞLARIN EVRİMİ İDDİASI BİR YALANDIR
Evrimcilerin çok saçma iddialarından biri
de kuşların nasıl oluştuğu ile ilgilidir. Evrimcilerin söyledikleri bir
hikayeye göre ağaçlarda yaşayan sürüngenler, zamanla daldan dala atlamaya başlamışlar
ve sonunda da kanatlanmışlardı. Yine bir başka hikayeye göre bu kez bazı
sürüngenler sinek avlamak için ön kollarını çırpa çırpa koşarlarken ön kolları
kanatlara dönüşmüştü.
Bir dinozorun koşarken kanadının çıktığına
inanmak çok komik değil mi? Böyle şeyler ancak masallarda, çizgi filmlerde
olur.
Üstelik çok önemli bir konu daha var.
Evrimciler koskoca dinozorun sinek yakalamaya çalışırken kanatlarının çıktığını
söylüyorlar. Peki ama sizce sinek nasıl uçuyor? Onun kanatları nereden gelmiş?
Koskocaman bir dinozorun nasıl uçtuğunu açıklamaya çalışacaklarına, küçücük bir
sineğin nasıl uçabildiğini açıklamaları gerekmez miydi? Elbette ki gerekirdi...
Ancak evrimciler bunu hiç açıklayamıyorlar.
Çünkü sinek dünyadaki en iyi uçan canlılardan biri. Saniyede 500-1000 kere
kanatlarını çırpabiliyor. Ve bildiğiniz gibi son derece çevik bir şekilde
istediği yönde hareket edebiliyor. Evrimciler ne kadar yalan söylerlerse
söylesinler kuşların kanatlarının nasıl oluştuğunu açıklayamazlar. Çünkü doğrusu
şudur: Kuşları da, sinekleri de kanatları ve uçma yetenekleri ile birlikte
Allah yaratmıştır.
Evrimcilerin
ara tür dedikleri Archaeopteryx (arkeopteriks) aslında tam bir kuştur!
Sürüngenlerle kuşlar arasındaki yüzlerce
farktan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
1. Kuşların kanatları vardır,
sürüngenlerin ayakları vardır.
2. Kuşların tüyleri vardır, sürüngenlerin
pulları vardır.
3. Kuşların kendilerine özgü bir iskelet
yapıları vardır. Kemiklerinin içi boştur ve bu yüzden ağır olmadıkları için
rahatlıkla uçabilirler.
Bunlar ilk akla gelen bir iki konudur.
Bunun dışında bu canlılar arasında daha çok fazla farklılık vardır. Size daha
önce de söylediğimiz gibi eğer bir sürüngen bir kuşa dönüşmüş olsaydı, bu geçişin
aşamalarını gösteren sayısız hayvan yaşamış olmalıydı. Ve biz fosiller arasında
bu hayvanların da fosillerini görmeliydik. Yani yarım kanatlı, yarısı tüylü yarısı
pullu, yarım gagalı, yarım ağızlı garip yaratıklara ait fosiller bulunması
gerekirdi. Ama dünyadaki fosillerin arasında böyle bir yaratık yoktur. Bulunan
fosiller ya tam bir sürüngene ya da tam bir kuşa aittir. Demek ki kuşlar
sürüngenlerden evrimleşmemişlerdir. Tüm diğer canlılar gibi kuşları da Allah
yaratmıştır.
Ancak evrimciler bunu kabul etmek
istemedikleri için yalan söyleyerek insanları inandırmaya çalışmışlardır.
Günümüzde yaşamayan, yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış olan Archaeopteryx
(arkeopteriks) isimli bir kuşun fosilini bulmuşlar ve bu kuşun yarı kuş yarı
dinozor bir ara geçiş formu olduğunu iddia etmişlerdir. Ve "Archaeopteryx
kuşların atasıdır" diye mantıksız bir fikir ortaya atmışlardır.
Ancak bu kesin bir yalandır: Archaeopteryx
tam bir kuştur! Çünkü;
1. Archaeopteryx'in, aynı günümüzde uçan
kuşlar gibi tüyleri vardır.
2. Uçan kuşların kanatlarının bağlandığı
göğüs kemiğinin aynısı Archaeopteryx'te de vardır.
3. Archaeopteryx kuşların atası olamaz.
Çünkü ondan daha yaşlı kuşların fosilleri bulunmuştur. Yani Archaeopteryx
yokken de kuşlar vardır.
İNSANIN EVRİMİ MASALI
Evrimciler insanların maymundan evrimleştiğini,
yani insanların atalarının maymunlar olduğunu iddia ederler. Ancak, ne
Darwin'in ne de diğer evrimcilerin bu iddiasını doğrulayacak hiçbir delilleri
yoktur. Bu iddia da yine tamamen hayal ürünü bir yalandır.
Aslında, evrim teorisinin ortaya atılış
sebeplerinden biri, insanlara, kendilerini Allah'ın yarattığını unutturmaya çalışmaktır.
İnsanlar eğer tesadüfen oluştukları ve atalarının bir hayvan olduğu yalanlarına
inanırlarsa, Allah'a karşı sorumluluk duymazlar. Böylece insanlar artık, tüm
manevi değerlerini unutur, sadece kendi çıkarlarını düşünen kişilere dönüşürler.
Sadece kendi çıkarını düşünen insanlar, vatan sevgisi, bayrak sevgisi, aile
sevgisi, fedakarlık, şefkat, merhamet gibi çok değerli duygularını da
kaybederler. İşte evrimciler böyle manevi değerlerden uzak insanlar oluşturmak
için evrim teorisini savunurlar. Amaçları insanlara Allah'ın varlığını
unutturmaktır. Ve bu nedenle insanlara "Sizi Allah yaratmadı. Siz
maymunlardan geldiniz, yani siz gelişmiş bir hayvansınız" derler.
Halbuki insanı Allah yaratmıştır. Ve
insan, diğer tüm canlılardan farklı olarak konuşabilen, düşünebilen,
sevinebilen, karar verebilen, akıl sahibi, uygarlıklar oluşturabilen, iletişim
kurabilen tek canlıdır. İnsana bu özelliklerinin hepsini veren Allah'tır.
Evrimciler
insanın maymundan geldiğine
hiçbir delil gösteremezler
hiçbir delil gösteremezler
Bilim alanında "delil" göstermek
çok önemlidir. Eğer siz bir iddiada bulunursanız ve insanların buna inanmalarını
isterseniz, mutlaka bir delil göstermeniz gerekir. Örneğin yeni tanıştığınız
insanlara "Benim adım Ayşe" dediniz. Ve bu insanlardan biri çıkıp
dedi ki "Ben sizin adınızın Ayşe olduğuna inanmıyorum". Bu durumda bu
kişiye delil göstererek adınızın Ayşe olduğunu ispatlayabilirsiniz. Deliliniz
ne olabilir? "Nüfus kağıdı"nız bir delil olabilir. Bunu karşınızdaki
kişiye gösterirseniz, artık size kesinlikle itiraz edemez.
Bir tane de bilimsel örnek verelim. Günümüzden
birkaç yüzyıl önce Newton adında ünlü bir bilim adamı çıkmış ve "dünyada
yerçekimi var" demiştir. Bunu nereden bildiğini soranlara ise bir delil
göstermiştir. "Bir elma dalından koptuğunda yere düşüyor, havada durmuyor.
Demek ki yerde onu çeken bir güç var ve bu gücün adı da yerçekimidir" demiş.
Öyle ise evrim teorisinin de bilimsel
olarak inanılır olması için delil göstermesi gerekir. Örneğin evrim teorisi
diyor ki insanın atası maymundur. Biz de o zaman evrimcilere soracağız: Bunu
nereden biliyorsunuz? Deliliniz var mı?
İnsanın atası eğer maymun olsaydı, delil
olarak yarı insan-yarı maymun yaratıkların fosillerini bulmamız gerekirdi.
Ancak bugüne kadar böyle bir fosil bulunamamıştır. Elimizde ya maymun fosilleri
ya da insan fosilleri vardır. Yani evrimcilerin insanın atasının maymun olduğuna
dair hiçbir delilleri yoktur!
Ancak evrimciler bu konuda sahtekarlıklar
yaparak insanları yanıltmaya çalışırlar.
Evrimcilerin
bazı yalanları:
1. Evrimciler yarı insan yarı maymun bir
yaratık bulduk diyerek soyu tükenmiş maymunların fosillerini gösterirler.
Buna benzer resimleri mutlaka bir yerlerde
görmüşsünüzdür. İşte evrimciler böyle resimler çizerek insanları yanıltmaya çalışırlar.
Halbuki böyle canlılar hiçbir zaman yaşamamışlardır. Geçmişte de şimdi olduğu
gibi tam insanlar ve tam maymunlar vardır. Hiçbir zaman burada çizildiği gibi
yarı maymun yarı insan yaratıklar yaşamamışlardır. Böyle bir şeyin olması
kesinlikle imkansızdır. Zaten daha önce söylediğimiz gibi bununla ilgili tek
bir fosil dahi bulamamışlardır.
Ancak evrimciler bu konuda hep sahtekarlık
yaparlar. Örneğin soyu tükenmiş, günümüzde yaşamayan bir maymun türünün
fosilini alırlar buna insan kemiklerinden eklemeler yapar ve bunu yarı insan
yarı maymun bir yaratıkmış gibi tanıtırlar. Bu konularda fazla bilgileri
olmayan bazı insanlar da evrimcilerin bu yalanına inanırlar.
2. Evrimciler farklı insan ırklarına ait
fosilleri insanın atası olan yarı insan yarı maymun yaratıklar gibi tanıtırlar.
Hepinizin bildiği gibi yeryüzünde birçok ırktan
insan vardır. Zenciler, Çinliler, Kızılderililer, Afrikalılar, Eskimolar ve
daha birçok farklı ırklara ait insanlar vardır. Ve tabi ki bu farklı ırklara
ait insanların bazı özellikleri de farklı olur. Örneğin Çinliler çekik
gözlüdürler, zencilerin derileri çok koyu renktedir, saçları kıvırcıktır. Bir Kızılderili
veya Eskimo gördüğünüzde ise hemen onun farklı bir ırktan olduğunu anlarsınız.
İşte geçmişte de böyle farklı ırklardan
birçok insan yaşamıştır ve bu insanların bazı özellikleri bugünkü ırklardan
farklıdır. Örneğin Neanderthal ırkına ait insanların kafatasları bugün yaşayan
insanlarınkine oranla çok büyüktü. Kasları ise bizimkiyle karşılaştırıldığında
çok daha gelişmiş ve güçlüydü. Ancak evrimciler bu ırklar arasındaki farklılıkları
insanları yanıltmak için kullanırlar. Örneğin bir Neandertal insanının kafatası
fosilini bulunca, "işte bu insanların on binlerce yıl önce yaşamış olan
yarı maymun yarı insan atası"derler. Veya bazı ırkların kafatasları daha
küçüktür. Bu kafataslarının fosillerini bulan evrimciler bu kez de "bu
kafatasının sahibi maymunluktan yeni çıkmıştı, insan olmaya yeni başlıyordu"
derler.
Halbuki bugün de kafatasının büyüklüğü diğer
insan ırklarına göre çok daha küçük olan insan ırkları yaşamaktadır. Örneğin
Aborijin yerlilerinin kafatası hacimleri çok küçüktür. Ama bu, onların yarı
maymun yarı insan yaratıklar olduğunu göstermez. Onlar da sizin gibi ve tüm diğer
insanlar gibi normal birer insandırlar.
Sonuç olarak evrimcilerin insanların
maymundan türedikleri konusundaki iddialarına delil olarak gösterdikleri
fosiller ya geçmişte yaşamış ve bugün soyu tükenmiş maymunlara, ya da soyu
tükenmiş insan ırklarına aittir. Yani yarı insan-yarı maymun yaratıklar hiçbir
zaman yaşamadılar!
Evrimcilerin
büyük sahtekarlıklarından bazıları:
1. Piltdown Adamı Sahtekarlığı
1912 yılında evrimci bilim adamları tarafından
bir çene kemiği ve kafatası parçası fosili bulundu. Çene kemiği maymun
çenesine, kafatası parçası da insanınkine benziyordu. Yani evrimcilere göre bu
canlı, yarı insan yarı maymundu. Bu kemik parçalarının 500 bin yıl yaşında
oldukları ve insanın maymundan türediğine delil oldukları söylendi. Ve bu
kemikler yaklaşık 40 yıl boyunca çeşitli müzelerde evrimin delili olarak
sergilendi.
Ancak 1949 yılında bu kemikler üzerinde
bazı testler yapıldığında çok şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıldı: Çene kemiği
500 bin değil, sadece 2-3 yaşındaydı. Bir insana ait olan kafatası parçaları da
ancak birkaç bin yıl yaşındaydılar.
Gerçek sonradan anlaşıldı: Evrimciler
insan kafatasına maymun çenesi takmışlar ve üzerine kimyasal maddeler sürerek
eski görüntüsü vermeye çalışmışlardı. Yani evrimciler yarı insan yarı maymun
fosili bulamayınca bunun sahtesini üretmeye kalkmışlardı. Bu olay tarihe en
büyük bilim sahtekarlıklarından biri olarak geçti…
2. Nebraska Adamı Sahtekarlığı
1922 yılında, bir azı dişi fosili bulundu.
Evrimciler bu dişin insan ve maymunların ortak özelliklerini taşıdığını iddia
ettiler. Daha sonra bu tek dişten yola çıkılarak bu dişin ait olduğu canlı
olarak insan-maymun arası hayali bir canlı çizildi.
Hatta daha da ileri gidilerek bu canlının
bir de ailesi çizildi. Tüm bu çizimler tek bir dişten yola çıkılarak yapılmıştı…
Şöyle bir düşünün. Dişlerinizden biri düştüğünde, bu dişi sizi hiç görmemiş
olan bir insan alsa ve dişe bakarak sizin resminizin aynısı yapacağını söylese
ona inanınır mısınız? Hatta bu dişe bakarak sadece sizi değil ailenizi de
çizeceğini söylese, bu teklif son derece saçma olmaz mıydı? Elbette ki sadece
bir dişe bakarak bir canlıyı ve hatta ailesini çizmek tamamen mantıksızlıktır.
1927 yılında ise çok ilginç bir gelişme
oldu. Dişin ait olduğu canlının iskeletinin öbür parçaları da bulundu. Diş ne
maymuna ne de bir insana aitti.
Diş bir domuzun dişiydi...
Bu olay evrim sahtekarları için tam bir
hayal kırıklığı olmuştu.
Bu resimleri görüyor musunuz? Her evrimci
tek bir kafatasına bakarak ayrı ayrı şeyler çizmiş. Onlar da ne çizeceklerine
karar verememişler. Çünkü böyle canlılar hiçbir zaman yaşamamış. Bunların hepsi
evrimcilerin hayal güçlerinin ürünü. Yani şimdi siz de sokakta bir kemik parçası
bulsanız ve elinize bir kalem alıp böyle bir resim çizseniz ve sonra da arkadaşlarınıza
götürüp "işte bu canlılar daha önce yaşamışlardı" deseniz size ne
derler?
Elbette ki siz böyle bir şey yapmazsınız,
çünkü bunun ne kadar akıl dışı olduğunu bilirsiniz. Evrimcilerin bu kadar açık
bir gerçeği görememeleri çok şaşırtıcı değil mi?
İnsanın
Maymundan Gelmediğinin Delilleri:
1. Bilim adamları çok eski dönemlerde yaşamış
olan insan fosilleri bulmuşlardır. Bu insan fosillerinin bugünkü insanlardan
hiçbir farkı yoktur. Ayrıca bulunan bu fosillerin yaşadığı dönemde evrimcilere
göre insan daha oluşmamış olmalıdır. Sadece insanın atası olan maymunların
bulunması gereklidir.
Örneğin İspanya'daki bir mağarada yapılan
kazılarda günümüzden 800 bin yıl önce yaşamış olan bir çocuğun fosilleri
bulundu. Bu çocuk yüzü bugünkü çocuklarla aynı özelliklere sahipti. Halbuki
evrimcilere göre 800 bin yıl önce insanların yaşamıyor olmaları gerekirdi.
Onlara göre 800 bin yıl önce yarı insan yarı maymun yaratıkların bulunması
gerekirdi. Ancak İspanya'da bulunan fosille anlaşıldı ki insan ilk yaratıldığından
beri insan olarak vardır. Hiçbir zaman yarı maymun yarı insan yaratıklar yaşamamışlardır.
2. Bilim adamları taştan yapılmış bir
kulübenin kalıntılarını bulmuşlardı. Bu kulübenin yaşını hesapladıklarında 1,5
milyon yıldan daha eski olduğunu buldular. Demek ki günümüzden 1,5 milyon yıl
önce ilkel insanlar yoktu. Aynı bugün yaşayan insanlar gibi normal insanlar
bulunmaktaydı. Bu da, evrimcilerin insan maymundan evrimleşmiştir, önce ilkel
insan (yarı maymun yarı insan) vardı, sonra evrimleşerek bu hale geldi iddiasını
geçersiz kılmaktadır.
3. Bugüne kadar bulunmuş en eski insan kalıntılarından
biri 1.6 milyon yıl yaşındaki Turkana Çocuğu fosilidir. Bu fosil üzerinde yapılan
incelemelerde, bunun 12 yaşındaki bir insana ait olduğu ve bu kişinin yetişkinliğe
ulaşsaydı boyunun 1.80 metre civarında olacağı görülmüştür. Bu fosil, bugünkü
insanla tıpatıp aynı iskelet yapısına sahip olduğu için tek başına insanın
maymundan türediği inancını yıkmaya yetmiştir.
4. İnsan, canlılar arasında 2 ayağı
üzerinde dik yürüyen tek varlıktır. At, köpek, maymun gibi hayvanlar dört ayaklı;
yılan, timsah, kertenkele gibi canlılar da sürüngendir.
Evrim teorisinin iddiasına göre
milyonlarca yıl önce dört ayaklı hayvanlardan maymunlar, yürüyüşlerini değiştirerek
eğik yürümeye başlamışlardı. Binlerce yıl eğik yürüyen maymunlar daha sonra bir
gün, tamamen dik yürümeye başlamışlardı. Sonuçta da insan oluşmuştu. Evrim
teorisinin bu iddiası bilimsel çalışmaların sonuçlarına değil, tamamen hayal
gücüne dayanıyordu. Son yıllarda bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar evrim
teorisinin bu iddiasının bilimsel olarak yanlış olduğunu ortaya çıkardı.
Yapılan çalışmaların sonuçlarına göre,
canlılar enerjilerini en iyi 2 ayaklı veya 4 ayaklı yürürken kullanıyorlardı.
Canlı, bu ikisi arası eğik bir yürüyüş yaptığında tam 2 katı enerji harcıyordu.
Öyleyse maymunlar neden çok daha fazla
enerji harcadıkları halde milyonlarca yıl eğik yürüsünler? Bu tıpkı bir insanın
normal yürümek yerine, sırtına çok fazla yük alarak yürümeyi tercih etmesi gibi
bir şeydir. Veya siz iki ayağınız üzerinde dik olarak kolaylıkla yürürken,
birdenbire amuda kalkarak yürümeye karar verir misiniz? Elbette ki hiçbir canlı
kendisine en kolay gelen yürüyüşünü değiştirmez. Allah her canlıyı en rahat
hareket edebileceği şekilde yaratmıştır.
Sonuç olarak evrim teorisi "dört ayağı
üzerinde yürüyen maymun neden bir gün iki ayağı üzerinde yürümeye karar
verdi?" sorusuna cevap veremez.
EN BÜYÜK FARK
İnsanla maymun arasındaki en önemli farklılık
ise insanın ruh sahibi olması maymunun ise ruhunun olmamasıdır. İnsan bilinç
sahibi, düşünebilen, konuşabilen, düzgün cümleler kurarak düşüncelerini diğer
kişilere aktarabilen, karar verebilen, hisseden, zevk alan, sanatı bilen, resim
yapabilen, beste yapabilen, şarkı söyleyebilen, aile, vatan, millet sevgisi
gibi manevi değerleri olan, bilgi sahibi bir varlıktır. Bu sayılan özelliklerin
hepsi insanın ruhuna ait özelliklerdir. Hayvanların ise ruhları yoktur. İnsan dışında
hiçbir canlı bu özelliklere sahip olamaz.
İşte evrimcilerin cevaplayamadıkları
sorulardan biri de budur? Bir maymunun insan olabilmesi için hem fiziksel
özelliklerinin değişmesi, hem de bu insanlara ait özellikleri kazanmış olması
gerekir. Bir maymunun kendi kendine konuşma, resim yapma, düşünme, beste yapma
gibi yetenekleri kazanamayacağı çok açıktır. Elbette ki bu mümkün değildir.
Allah insanı üstün özelliklerle yaratmıştır
ve hayvanlara insanlardaki birçok özelliği vermemiştir.
Görüldüğü gibi bir maymunun insana dönüşmesi
kesinlikle imkansızdır. İnsan ilk yaratıldığı günden bu yana hep insandır. Balıklar
hep balık olmuşlardır, kuşlar da hep kuştur. Hiçbir canlı bir diğerinin atası
değildir. İnsanı ve tüm canlıları yaratan Allah'tır.
Evrimcilerin insanların maymundan oluştuğunu
iddia etmelerinin sebebi arada fiziksel bir benzerlik görmeleridir. Oysa
dünyada maymundan daha çok insana benzeyen özellikleri olan canlılar da vardır.
Örneğin bu resimlerde gördüğünüz papağanlar konuşabilirler. Veya ahtapotların
gözleri insanın gözüne çok benzer. Kedi ve köpekler ise sizin de bildiğiniz
gibi söz dinlerler, kendilerine söylenenleri yaparlar. Biri çıkıp insanlar
eskiden köpekti veya papağandı ya da daha doğrusu ahtapottu dese siz ne düşünürsünüz?
İşte evrimcilerin söyledikleri "insanın atası maymundur" yalanının da
bundan bir farkı yoktur.
DARWIN VE EVRİMCİLERİN EN ÇOK KORKTUKLARI
KONULARDAN BAZILARI
Göz, çok karmaşık ve mükemmel tasarlanmış
bir organdır. Gözü oluşturan 40 ayrı parça vardır ve bu parçalardan bir tanesi
bile olmasa göz göremez.
Bütün bu küçük parçalar, hiçbir şekilde
tesadüfen oluşamayacak kadar ince planlanmış yapılara sahiptirler. Bunlardan
tek bir tanesi bile, örneğin göz merceği olmasa göz hiçbir işe yaramaz. Dahası
sadece mercek ile gözbebeğinin yerleri değişmiş bile olsa göz görevini yerine
getiremez. Gözyaşı salgılamayan bir göz, çok kısa bir sürede kurur ve kör olur.
Gözün bu yapısını bir arabaya
benzetebiliriz. Bir arabayı oluşturan yüzlerce parça vardır. Ve bu parçaların
hepsi olsa ama sadece gaz pedalı olmasa arabayı yürütemezsiniz. Veya
motorundaki küçücük bir tel parçası kopsa araba çalışmaz. İşte göz de arabalar
gibi tek bir bağlantısı eksik olsa veya tek bir parçası olmasa göremez.
Evrimciler bu nedenle gözlerin nasıl oluştuğunu
açıklayamazlar. Çünkü bir gözün tesadüfen oluşabilmesi imkansızdır. Düşünsenize,
40 ayrı parçanın aynı anda aynı yerde tesadüfen meydana gelerek birleşmeleri
hiç mümkün olur mu? Yani gözbebeği, mercek, retina, göz kapakları, gözyaşı
bezleri ve diğerlerinin tesadüfen oluşmaları ve uygun şekilde biraraya
gelmeleri gerekir. Bu da imkansızdır.
Ormanda yürürken bir araba görseniz ve bu
arabanın buraya nasıl geldiğini sorsanız. Size de ormandaki bazı maddelerin bir
araya gelerek bu arabayı oluşturduklarını söyleseler buna inanır mısınız?
Arabanın motoru, debriyajı, direksiyonu, freni, gaz pedalı, el freni, camları,
kaportası, bagajı ve daha yüzlerce parçasının tesadüfler sonucunda oluştuklarını
ve sonra bir araba oluşturacak şekilde birleştiklerini iddia eden birinin aklından
şüphe etmek gerekir.
Göz ise arabadan daha da karmaşık ve
mükemmel bir yapıya sahiptir. Öyle ise gözün de tesadüfler sonucunda oluştuğunu
söyleyenlerin akıllarından şüphe etmek gerekir. Darwin de gözün nasıl ortaya çıktığını
açıklayamamıştır. Ve şöyle demiştir: "Gözleri düşünmek beni bu teoriden
soğuttu" (Norman Macbeth, Darwin Retried: An oppcal to reason, Boston;
Gambit, 1971, s. 101) Teorinin kurucusu Darwin bile gözlerin mükemmel yapısı
karşısında çaresiz kalmıştır.
VÜCUDUMUZDAKİ BİLGİ BANKASI: DNA
İnsan vücudunda trilyonlarca hücre vardır.
Ve bu hücrelerin her birinin içinde de bir insanın sahip olduğu tüm özellikler
saklanmıştır. Peki bu bilgiler hücrenin içinde nereye saklanmıştır?
Hücrelerin her birinin çekirdeğinde DNA adında
bir molekül bulunur. DNA insan vücuduna ait tüm bilgileri içerir. Sizin saçınızın
veya gözlerinizin rengi, iç organlarınız, dış görünümünüz, boyunuzun uzunluğu
gibi tüm bilgiler DNA'nızda şifreli olarak bulunmaktadır. Bu bilgiler ise 4
farklı harf kullanılarak şifrelenmiştir; A, T, G, C. Her harf bir molekülün
isminin baş harfini göstermektedir. Bu dört harf farklı şekillerde dizilerek
farklı bilgileri meydana getirir.
Bunu bir alfabeye benzetebilirsiniz. Örneğin
bizim alfabemizde 29 harf vardır ve bu harflerin farklı dizilimleri ile farklı
kelimeler meydana gelir. İşte DNA'daki 4 harfin farklı şekillerde dizilmesi ile
farklı bilgiler oluşur.
DNA'da çok büyük miktarda bilgi vardır.
Bunun ne kadar fazla olduğunu anlamak için şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz:
Eğer DNA'daki bilgileri bir kağıda dökmemiz gerekseydi, her biri 500 sayfa olan
900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekirdi. Bu ansiklopedileri
sığdırmak içinse bir futbol sahası uzunluğunda kütüphaneye ihtiyacımız olurdu.
Ancak bu kadar çok bilgi bizim gözümüzle bile göremeyeceğimiz kadar küçük olan
bir moleküle sığdırılmıştır.
Peki bu kadar bilgiyi oraya kim yazmıştır?
Ve bu kadar çok bilgiyi o kadar küçük bir yere kim sığdırabilmiştir? Evrimciler
bunların hepsinin tesadüfen gerçekleştiğini söylerler. Ama böyle bir şeyin kör,
şuursuz tesadüflerin sonucunda meydana gelmesi kesinlikle imkansızdır. DNA'yı
da DNA'nın içinde yer alan bilgilerin hepsini de yaratan Allah'tır.
Şunu düşünün: Siz bir kütüphane dolusu
ansiklopedi görseniz, bu ansiklopedilerdeki bilgilerin tesadüfler sonucunda yazıldığını
düşünür müsünüz? Yoksa çok fazla bilgili öğretmenlerin, profesörlerin bu
ansiklopedileri hazırladıklarını ve sonra da bu ansiklopedilerin bir basımevinde
basıldığını mı düşünürsünüz? Tabi ki doğru ve akla uygun olan ikinci
seçenektir. Evrimcilerin DNA tesadüfen oluştu demeleri neye benzer biliyor
musunuz? Bir gün birinin gelip, "basımevinde bir patlama oldu ve bu
patlamanın sonucunda kendi kendine bir kütüphane oluştu" demesine benzer.
Veya bir gün sınıftaki sıranıza oturdunuz ve masanızın üzerinde
"Türkiye'nin coğrafi özelliklerinin" yazılı olduğu bir sayfa
buldunuz. Bunu kim yazdı diye sorduğunuzda yanınızdaki arkadaşınız size şöyle
dese: "Biraz önce bu kağıdın üstünde bir şişe mürekkep duruyordu. Ben yanlışlıkla
masaya çarpınca mürekkep kağıdın üzerine döküldü ve bu yazı ortaya çıktı".
Arkadaşınızın aklından şüphe ederdiniz herhalde.
İşte evrimciler bundan daha da saçma bir
şeyi iddia ederler.
Nasıl ki bir sayfa yazı bile tesadüfen
kendi kendine oluşamaz, mutlaka onu yazan biri vardır, DNA gibi mükemmel bir
bilgi bankası da kendi kendine tesadüfler sonucunda oluşamaz. DNA'yı yaratan
üstün ve güçlü olan, herşeyi yapmaya gücü yeten, yerin, göğün ve ikisinin arasındakilerin
Rabbi olan Allah'tır.
HERŞEYİ YARATAN ALLAH'TIR
Milyarlarca bilgiyi gözümüzle bile
göremeyeceğimiz kadar küçük bir yere sığdıran Rabbimizdir.
Bizi, ellerimizi, gözlerimizi, saçlarımızı,
ayaklarımızı yaratan Allah'tır.
Ailemizi, anne babamızı, kardeşlerimizi,
arkadaşlarımızı, öğretmenlerimizi yaratan da Allah'tır.
En sevdiğimiz yiyecekleri, çikolataları,
pastaları, şekerleri, bize sağlık ve güç veren meyve ve sebzeleri bizim için
yaratan Allah'tır. Eğer Allah bizim için onları yaratmasaydı biz hiçbir zaman
çikolatanın tadını bile bilemezdik.
Bize tat ve koku alma duyusunu veren
Allah'tır. Eğer Allah bize bunları vermeseydi biz sevdiğimiz bir şeyi yediğimizde
onun tadını alamazdık. Patates de yesek, pasta da yesek bizim için aynı olurdu.
Ama Allah biz sevelim, hoşumuza gitsin diye hem güzel lezzette ve güzel kokuda
yiyecekler yaratmış hem de bizlere onların tatlarını ve kokularını alacak
duyular vermiştir.
Hayatınız boyunca hoşunuza giden, zevk aldığınız,
çok eğlendiğiniz birçok şey olmuştur. Bu bir yiyecek olabilir, bir oyun veya oyuncak
olabilir, çok sevdiğiniz insanlarla birlikte bir yere gitmek olabilir. Hiçbir
zaman unutmayın ki bütün bunlardan zevk almanızı sağlayan Rabbimiz'dir. Allah
insanlara pek çok nimet vermektedir.
Herşeyden önce siz yoktunuz. Bir düşünün
doğmadan önce hiçbir yerde değildiniz. Yani siz bir hiçtiniz. Sizi Allah yarattı.
Siz yokken sizi var etti.
Öyle ise hayatımızın her anı için Allah'a şükretmeliyiz.
Her sevindiğimiz ve hoşumuza giden şeyde hemen Allah'ı düşünüp, bizlere bunları
verdiği için "Allah'ım bunları bana verdiğin için sana şükrediyorum"
demeliyiz. Eğer hoşumuza gitmeyen bir durumla karşılaşırsak da yine hemen
Allah'a dua etmeliyiz. Çünkü bizi bu tür durumlardan kurtaracak olan da yalnızca
Rabbimiz'dir.
Allah her duamızı mutlaka duyar ve karşılık
verir. Çünkü Allah bizim içimizden geçirdiklerimizi, düşündüklerimizi bilir,
her duamızı duyar ve karışılık verir.
Bizim yapmamız gereken ise, bizi yaratan,
dünyanın tüm nimetlerini bize veren Rabbimiz'e en güzel şekilde şükretmektir.
Allah'ın her an yanımızda olduğunu her an bizi görüp işittiğini bilerek daima
güzel davranışlarda bulunmaktır.
... Sen Yücesin,
bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi
bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi, 32)
RESİM ALTI
YAZILARI
s.11
Göklerde ve yerde her ne
varsa O’nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dir,
övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 64)
s.13
Uzun Bacaklı Leylekler
Leylekler, 1-1,5 m
boylarında, büyük beyaz kanatları olan iri, göçmen kuşlardır. Gagalarının ve
uzun bacaklarının kırmızı olması leyleklere sevimli bir hava kazandırır.
Leylekler her yıl kalabalık sürüler halinde göç ederler. Çünkü soğuk bölgelerde
yaşayamazlar. Leylekler bize yazın sıcak günlerinin müjdesini verirler. Havaların
ne zaman ısınacağını bilmeleri bir mucizedir. Aradan bir yıl geçip tekrar bahar
geldiğinde leylekler binlerce kilometre yolu geri dönüp eski yuvalarını
bulurlar. Tabii ki bu denli güçlü bir hafıza ve böyle muhteşem bir yön bulma
duygusunu leyleklere Rabbimiz olan Allah ilham etmektedir.
s.18
Allah sizi
annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz
diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
s.23
O Allah ki
yaratandır, (en güzel biçimde) kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir…
(Haşr Suresi, 24)
s.33
ÖRDEKLER
Ördekler uçarken tıpkı çitalar gibi
arabaların hızlarına ulaşabilirler. Ayrıca yırtıcı hayvanlara yem olmamak için
de uçarlarken sürekli yönlerini değiştirirler. Suya dalmaları gerektiğinde bunu
o kadar hızlı bir şekilde yaparlar ki, avcılar onları avlamakta çok
zorlanırlar.
s.43
MÜMİNLERİN ALÇAK GÖNÜLLÜLÜ⁄Ü NASIL OLUR?
Allah Kuran’da müminlere alçak gönüllü
olmalarını emretmiştir.
Müminler, Allah'ın herşeyi yarattığını,
herşeyin tek sahibinin Allah olduğunu ve insanlara tüm nimetleri verenin O
olduğunu bilen insanlardır. Bu yüzden ne
kadar güzel, ne kadar zengin, ne kadar zeki, ne kadar itibarlı olurlarsa
olsunlar büyüklenmezler. Allah müminlerin alçak gönüllü olduklarını Kuran’da
şöyle bildirmiştir:
“O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü
üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap
oldukları zaman "Selam"
derler.” (Furkan Suresi, 63)
Bu ahlaklarının sonucunda Allah müminleri
müjdelemiştir:
“... İşte sizin İlahınız bir tek İlahtır,
artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver.” (Hac
Suresi, 34)
ALLAH’I ANMAK NASIL OLUR?
Müminler, Allah'ın her an kendilerini
gördüğünü ve işittiğini, karşılaştıkları her olayı Allah'ın yarattığını
bilirler. Yaşamlarının her anında kendi kendilerine Allah'ı düşünüp anarlar.
Allah'ı anmak, karşılaşılan herşeyi, meydana gelen her olayı Allah'ın
yarattığını bilmek, Allah bana bununla ne göstermek istiyor diye düşünmek,
Allah'ın yaratışındaki hikmetleri anlamaya çalışmak, her an Allah'ın yüceliğini
kavrayabilmek için çaba göstermek ve tüm bunları diğer insanlara da anlatmakla
olur. Müminlerin her an Kendisi'ni andıklarını Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken
Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve
derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin
azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)
s.53
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir,
‘şekil ve suret' verendir... (Haşr Suresi,
24)
s.58
Şüphesiz, müminler için
göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı
canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi,
3-4)
s.63
Eğer aklınızı
kullanabiliyorsanız, O, doğunun da batının da ve bunların arasında olan
herşeyin de Rabbidir. (Şuara Suresi, 28)
s.64
Görmedin mi, Allah,
yerdekileri ve denizde O’nun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza
verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah,
insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hac Suresi, 65)
s.65
KEDİLERİMİZ
s.69
“Allah... O'ndan başka İlah yoktur.
Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nundur. izni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini
bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi
kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır.
Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.” (Bakara
Suresi, 255)
s.74
FOTOSENTEZ
s.75
Yiyecek
Oksijen
Karbondioksit
Enerji
s.77
A
C
D
E
B
VİTAMİN
s.79
BİTKİLER SUYU
NASIL TAŞIR?
s.97
Cansız maddeler
tesadüfen bir araya gelip asla canlıları oluşturamazlar. Evreni ve tüm
canlıları Allah yoktan var etmiştir.
s.99
Yeryüzünde
binlerce tür canlı vardır. Evrimciler, bu farklı türlerin nasıl meydana
geldiğini asla açıklayamazlar. Bu çeşitlilik, Allah’ın yaratma sanatının en
güzel örneklerinden biridir.
s.101
…O’na mülkünde
ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir
etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
s.102
Toprak
katmanlarının altında geçmişte yaşamış canlılara dair kalıntılar bulunabilir.
Fosil adı verilen bu kalıntılar, evrimcilerin tüm iddialarını yalanlamaktadır.
Salyangoz fosili
Örümcek fosili
Allah, her
canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki
ayağı üzerinde yürümekte…
s.103
…kimi de dört
(ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah,
herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
s.105
Evrimciler,
örneğin bir deniz yıldızının milyonlarca yıl içinde, kademe kademe gelişerek
balıklara dönüştüğünü iddia ederler. Bu iddiaya göre, deniz yıldızı ile
balıklar arasında birçok «ara geçiş formu» bulunmalıdır. Ancak bugüne kadar,
herhangi bir ara geçiş formuna ait tek bir fosil dahi bulunmamıştır. Fosil
kayıtlarında deniz yıldızları vardır, balıklar vardır ama ikisi arasında garip
bir görünümlü canlıların oluşturduğu bir ara form yoktur.
s.106
Bugüne kadar
milyonlarca balık ve milyonlarca deniz yıldızı fosili bulunmuştur. Ancak,
evrimcilerin yalan olarak uydurdukları gibi, bir tane bile deniz yıldızının
balığa dönüştüğünü gösterebilecek ara geçiş aşaması canlılarına ait fosil
bulunamamıştır.
50 milyon yıllık
balık fosili
400 milyon
yıllık deniz yıldızı fosili
Deniz yıldızı
hiç değişmemiştir. Milyonlarca yıl önce nasılsa bugün de öyledir. Bu
evrimcilerin yalan söylediklerini göstermektedir. Yukarıda deniz yıldızı ve
100-150 milyon yıl önceki denizyıldızının fosili (L.Cretaceous dönem)
görülüyor.
150 milyon yıl
önce yaşamış bir yengecin fosili
Günümüzde
yaşayan bir yengeç resmi. İki yengeç arasında hiçbir fark olmadığı çok açık
değil mi ?!
s.107
Kambriyen
döneminde yaşamış olan trilobit isimli canlılar
s.108
Hayal Ürünü
s.110
Evrimciler
Coelecanth balığının sürüngene dönüşmeye başlayan bir balık olduğunu iddia
ediyorlardı. Sonra bir gün yaşayan bir Coelecanth bulundu ve evrimcilerin yalan
söyledikleri anlaşıldı. Çünkü Coelecanth gerçek bir balıktı.
s.114
Evrimcilerin ara
tür gibi göstermeye çalıştıkları Archaeopteryx adlı kuş fosili, evrimin
yalanlar üzerine kurulu bir teori olduğunu göstermektedir. Çünkü bu fosil, gerçek
bir kuş fosilidir. Kuşların milyonlarca yıldır hiç değişmediklerini
göstermektedir.
s.117
SAHTE
s.118
Allah insanları
farklı dillerde, renklerde ve ırklarda yaratmıştır. Bu çeşitlilik güzel bir
nimettir.
s.121
Evrimcilerin
insan kafatasına maymun çenesi yapıştırdıkları sahte Piltdown Adamı
s.122
SAHTE
s.123
Evrimcilerin
hayali çizimlerinden biri. Aynı kafatasını üç ayrı şekilde çizmişler.
5 Nisan 1964
tarihli Sunday Times’da yer alan çizim
Maurice
Wilson’un çizimi
N. Parker’ın
çizimi (N. Geographic Eylül 1960)
s.124
Bu kafatası 800
bin yıllık bir insana ait ve evrimcilerin yalan söylediklerini ortaya
çıkarıyor.
s.125
Dört ayak
üzerinde yürüyen maymunların iki ayak üzerinde yürüyen insana dönüşmeleri
kesinlikle imkansızdır.
s.126
Ahtapotların gözleri
insan gözüne çok benziyor diye insan ahtapottan geldi demek çok saçma olmaz
mı ?
s.130
Gözün
çalışabilmesi için tüm bu parçalarının bir arada ve eksiksiz çalışıyor olması
gerekir.
s.132
Yaratan, hiç
yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
Darwin hücrenin
çok basit bir yapısının olduğunu iddia ediyordu. Ancak mikroskobun bulunmasıyla
hücrede mükemmel bir yapı olduğu anlaşıldı ve Darwin’in yalanı ortaya çıktı.
s.134
Yandaki resimde
evrim teorisini ortaya atan Darwin’in bir karikatürü var. Bu, evrim teorisinin
bilim tarafından çürütüldüğünü temsil eden bir resimdir. EVRİM TEORİSİ
GÜNÜMÜZDE AYNI DARWIN GİBİ BÜYÜK BİR DARBE YEMİŞTİR!
ARKA KAPAK
Çocuklar! Sizin için hazırlanmış olan ve
hikayelerden oluşan bu kitapta çok önemli bilgiler okuyacaksınız. Allah'ın
yarattığı canlılardaki harikalıkların pek çok örneğini bu kitapta bulacak,
Rabbimiz'in gücünün benzersizliğine bir kere daha şahit olacaksınız. Allah'ın
yarattığı her olayı sabır ve tevekkülle karşılamanız gerektiğini, Rabbimiz'e
her an şükretmeniz gerektiğini bir kere daha hatırlayacaksınız.
Çevrenizdeki insanlara iyi davranmanızın
neden çok önemli olduğunu, temizliğin bir mümin özelliği olduğunu, güzel söz
söylemenin Allah'ın hoşnut olacağı güzel bir ahlak olduğunu öğreneceksiniz.
Kitapta yer alan bazı hikayelerin
başlıkları ise şöyle: Tufan ve Kaplumbağa, Abisinin Tolga’ya Öğrettikleri, Ömer
ve Penguen, Ersin ile Papağan, Herşeyde Bir Hayır Vardır, Güzel Söze Uymanın
Önemi, Müminlerin Temizliği, Çetin ile Süslü Tavuş Kuşu, Can ile Minik Kuş,
Murat ile Kedi, Cüneyt ile Mürekkep Balığı, Orhan ile Hasan Dede...
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu
yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı
sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı
dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi
tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı,
-Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur
ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile
olacaktır.